5 Ağustos 2008

Ekransız makine makine değildir!

*Morgan Freeman kaza geçirmiş, çok üzüldüm ben buna. Bir Münir Özkul bir de Morgan Freeman'dır benim için.
*Bu arada geçen FRP filan demiştik, DragonLance'in çizgi filmini buldum, adeta bok gibi, izlemeyin. Halbuki çok güzel bir anime yapılabilirdi, neden yapılmıyor anlamış değilim.
*Son linki Youtube'dan verdim. Artık eriş olum sen de yutuba, al bak burada anlatmış adamlar yöntemini, uğraşma öyle proksiyle filan.
*Firefox için ScribeFire eklentisi edindim, egzotik post göndergeci gibi bir şey, güzel yani egzotik, onu da Yasin Ürütürk'ün sayfasından indirin indirecekseniz, şimdi sahiplenmek olmaz keşif başkasının keşfi.
*Orianthi adında blues singer keşfettim, kendisi gerek sıfatıyla olsun gerek sanatıyla olsun nadide bir insan.
*Worms Armageddon indirin, sonra Wormnet'e girin, Worms fanatikleriyle bir karşılaşın, deyin ki; benim şu vakte kadar oynadığım Worms değilmiş, ben yıllarca kendimi kandırmışım.
*In to the Wild'ı izledim, bir film bir insana anca bu kadar hitap eder, gözlerim doldu izlerken, abartmıyorum, şiddetle tavsiye. DragonLance'in çizgi filmini almak yerine iki tane In to the Wild DVD'si alın.
*Bir de son olarak Windows Omega bu hafta piyasaya sürülecekmiş, şaka lan şaka sürülmeyecekmiş yeter bu kadar.

Dikkat ettim de ben yazıyorum yazıyorum ne insanoğlunun işini kolaylaştırır bir şeyden bahsediyorum, ne bir haberi iletiyorum, ne teknolojiye giriyorum. Ondan böyle girişte combo yaptım, sonra arkamdan "sen ne çüküm blogırsın lan, fasikül fasikül yazmışsın bir Firefox eklentisi bile yok arada" demesinler. Veya desinler lan! İlla bir mesaj alacaksın, illa bir fayda sağlayacaksın yani, bu mudur samimiyet bu mudur paylaşım. Kotanı dolduruyorsan bir çıkar sağlayacaksın yani illa ki, kınıyorum ben seni.

Dikkat ettim de ben hiç böyle birbirinden kopuk paragraflar da yazmıyorum, okumayı kolaylaştırıyor aslında. Sonra demesinler "sen ne çüküm blogı...". -Yürü git lan!

Heh şimdi blog gibi oldu, yeni gibi oldu vallahi. Neyse ya, özümden ötesi eğreti duruyor şu sayfalarda. Bir süredir böyle radikal girişlerle başlıyorum yazmaya, okuyanı şaşırttığımı düşünüp seviniyorum oturduğum yerde. İnsanın gece vakti tek başına otururken birilerini şaşırttığını sanıp sevinmesi de nasıl hastalıklı bir ruh halinin belirtisiyse artık, eğleniyorum ama olsun. Internet böyle bir şey işte, birilerine kendini gizleyerek gösterme aracı. Mesela forum manyakları var, zart zurt forumda 203947307 mesajla "sultan palamut" ünvanını almış şahıs var, verdiği download linkleri namus meselesi. Aslında kimsenin umrunda değil o, avatar sadece. Gecesini gündüzüne katıp avatara çalışan insan o, eğleniyor ama mutlu oluyor, belki de tatmin oluyor bilinmez. Çok saçma bir şey esasında internet bu şekilde düşününce.
Internet sanal düşünmeyi gerektiriyor ama mekaniğe yabancılaştırıyor insanı, bu akşam 10 yıllık çamaşır makinesine ilk kez elimi sürdüm. İnsan karşısında o büyüklükte bir makine bulunca iletişim kurma çabası içine giriyor, istiyor ki bir görsellik olsun onu yönlendirsin, ne yapıyorsa olumlu olumsuz bir cevap alsın cihazdan, bilmediği yerde açıklamasına ulaşabilsin. Moron gibi adım adım babamdan aldığım direktiflerle çalıştırdım makineyi: -suyu aç -açtım, -deterjanı koy -iki göz var burada neresine koyucam -soldakine koy diğeri yumuşatıcı -ee yazmıyo yumuşatıcı yeri filan diye -öyle oğlum işte deterjanı sola koyucan -tamam da sen nereden biliyorsun diğerinin yumuşatıcı yeri olduğunu -yaa koysana! -roger that... -şimdi sağdaki çarkı X'e çevir, -X ne ki? -oğlum işte iks işareti var çarkın üzerinde o yukarı gelicek -tamam da manası ne iksin yanlış olmasın, -oğlum çevirsene... -oldu mu? -bilmem, çevirdim gurul gurul ses geliyo -ses geliyosa tamam -ee yok mu bunun başka bir olayı, sesinden mi anlıyoruz yani çalıştığını? -lan oğlum kapa telefonu ondan sonra incele makinenin çalışma prensiplerini yaptın işte, hadi...
Ev kadınlarının kullanımı için en basit şekilde tasarlanmış bu makine. Çamaşırları aldım az önce, kokluyorum sürekli acaba yanlış bir şey yaptım da kirli mi kaldılar diye.
-Internet ne işe yarıyor ki? -Her şeyi yapabiliyorsun abi işte internette -Çamaşır? -O yok.

Cevval diyor ki:
Bloggerın arkasından konuşma!
Forumlarda kendini parçalama!
Internette her şeyin yapılamayacağını farket!


Devamını da oku!>>

28 Temmuz 2008

Tesadüfte rekora koşarım!

Bu hafta "Liar's Handbook Volume 2" geliyordu aslında ama bilimsel araştırma öyle bir haftada yapılamıyor. Veri topluyorum, analizler yapıyorum, çok bilimsel çalışıyorum. Bilerek anlaşılır yalan söylüyorum, sonra o yalandan bağımsız anlaşılmaz yalan söylüyorum, sonra ikisi arasında bir köprü kurup kişinin tepkisini ölçüyorum. Adeta bir şerefsiz oldum çıktım ben hizmet uğruna.
Neyse onu haftaya yazarız artık. Farkettiyseniz "haftaya" diyorum, iyice benimsedim yani haftada bir yazmayı, dergi çıkarır gibi aslında bir gün belirleyip hep o gün yazsam çok güzel olacak da o irade yok bende.
Çok da güzel mim gelmiş Buzcevheri'nden, ona dadanayım en iyisi. Mimin aslı "hayatınızda tesadüflerin yeri nedir?" şeklinde, sonra Buzcevheri yaratıcılığını konuşturmuş, biraz bükmüş konuyu, ben iki versiyon üzerine de yazayım da komşular alışverişte görsün.
Evvel zaman içinde bir ara fantastik kuntustik aktivitelere pek bir meraklıyım, sürekli fantastik kitap serileri bitiriyorum, bir yandan masaüstü FRP oynuyorum, gerek büyü yapıyorum, gerek kılıç sallıyorum , işte hayatımı böyle ogrelerle, goblinlerle sürdürürken bir akşam otobüste, elimde kitap evime dönmekteydim. Yanıma bir şahıs oturdu, kaldırmadım kafamı kitaptan, bir süre bu şekilde yolculuk ettik. Bir ara tutulan boynumu dinlendirmek için kitabı ters çevirip camdan bakmaya başladım. O esnada yanımdaki şahıs birden bana döndü, camdaki yansımasından görüyorum.
"DragonLance mi o?" dedi. "Evet" dedim, şaşkın. Elindeki kitabı çevirdi, kendisi de o esnada Ravenloft okumaktaymış. Oradan bir muhabbet başladı, aynı semtte oturduğumuzu öğrenince iyice şaşırdım, hani zaten bu fantastik öğeler pek yaygın değil, hele ki oturduğum semtte yaygın olması mümkün değil. Böyle bir arkadaşlık başladı, akabinde ben bu şahısı sürekli FRP oynadığım bir çocukluk arkadaşımla daha tanıştırdım, neticede ortak paydamız var. İlerleyen günlerde bu şahsın kuzeniyle de tanışıldı, fantastik dörtlü olduk çıktık.
Günlerden bir gün dördümüz, benim bu tanıştırdığım çocukluk arkadaşımın ananesine rastlayana kadar her şey normaldi(çok karışık oldu lan, onun kuzeni bunun ananesi...). Bu otobüste tanışılan şahıs ve kuzeni ananenin ellerine sarıldı bir anda, öptüler, hal hatır sordular."N'oluyo lan!" derken anane durumu açıkladı ki aslında onların üçü de kuzenmiş, birbirlerinden haberleri yokmuş. Ben çocukluk arkadaşımın kuzeniyle otobüste tanışıp, kendisini kendi kuzenleriyle tanıştırmışım yani. Tesadüfler zincirinde zirve yapmıştım o vakit.
Gerçi bu olayla birlikte farketmiştim ki çok küçük bir camianın üyeleriydik biz. Zira ne zaman ilgi alanlarım doğrultusunda birileriyle tanışsam, ya birinin de arkadaşıdır, ya birinin tanıdığıdır, akrabasıdır, komşusudur bir şeyidir. İlla ki ikinci dereceden bir bağım daha vardır o kişiyle. Çok az kişiyiz yani bilin onu, kesin sizin de akrabanızın komşusu filanımdır ben.
Şimdi gelelim update edilmiş bölüme. Hayal gücü gerektiriyor bu bölüm, o yüzden daha eğlenceli bence. Benim için en güzel tesadüfü düşünüyorum da; mesela ben ormanıma yerleşsem, çalışmalarım sürüyor o konuda. Ormanda düzenimi kurmuş, doğaya hakimiyet sağlamışken şöyle deplasmanda sistemi sömüren adamlarla karşılaşsam. Mesela bir gün elimde sopanın ucunda taşla geyik peşinde koşarken çalıların arasından bir de baksam ki Kemal Unakıtan orada piknik yapmakta. Odunun ucundan söksem taşı önden güpenk diye fırlatsam, ardından Fantom gibi fırlasam atılsam üstüne, vursam beline odunu, vursam odunu... Ahanda desem buranın hakimi benim, 2/b'den dışarı çıkmayacaktın, perde kalktı roller değişti, düştün elime. Böyle böyle düzen adı altında milyonları sömürmüş kim varsa enselesem ormanın kuytu köşelerinde. Survivor'ı yaşatsam tek tek, otoritemi sümsük darbeleriyle hissettirsem.
Sonra bir gün ben yine tavşan neyim kovalar, böğürtlen toplarken bir de baksam uzaklardan Juliette Lewis geliyor, şandan şöhretten sıkılmış atmış kendini ormana. Böğürtlenimi tavşanımı paylaşsam, akabinde Burhan Öcal da gelse elinde tamtamla, yaksak ateşimizi, Burhan çalsa biz meşk eylesek...
Editorya: Ben mimi aktarmayı unutmuşum lan, çeşitlilik güzel şey: Arzu's Cave, Hokkabaz, Portakalmavisi Düşler, ZihinCell.

Cevval diyor ki:

Biriyle tanışınca soyunu sopunu iyi araştır!
Unakıtan görürsen sopala! Biz sana içerde bakarız.
FRP çok güzel bir şeydir!


Devamını da oku!>>

21 Temmuz 2008

İnsanlık hizmeti veririm!

Ahanda geldim yazıyorum işte, senelik iznimi kullandım da geldim. Bir anda sosyallik sardı bu bünyeyi, gezegenler aynı hizaya mı geldi yoksa çok daha mistik bir durumun etkisi altına mı girdim çözebilmiş değilim ama nasıl olduysa kendimi sokağa bir attım, evin yolunu bulamaz oldum. İnanılması güç ama buraya en son bir şeyler yazdığımdan beri şu bilgisayarın başına oturup tek bir saat geçirme fırsatı bile bulamadım(en azından beni yakından tanıyanların inanması güç). Bundan sonra daha düzenli yazarım zira uzun bir süre alkol almayıp kanımın temizlenmesini beklemeyi düşünüyorum. Günlerdir laleyim.
Sarhoşluk da ne enteresan durumdur. Boyuna konuşturur insanı, o vakit sanki içindeki cevher açığa çıktı sanırsın, anlattıkların çok mantıklıymış gibi görünür coştukça coşarsın, zırvaladığını da ertesi gün farkedersin. Lisede sınıf öğretmenim "içki masasında olan içki masasında kalır" demişti. Bayan sınıf öğretmeninin öğrencileriyle şu fevkalade kaideyi paylaşmış olması da ne acaipmiş cidden, içmiyorduk da yani ders esnasında söylemişti. Ben eğitimci diye buna derim. Çok iyi bir insandı bu arada, iğnelemiyorum. Hijyeni umursamadan ellerinden öpebileceğim öğretmenler listesinin başında yerini alır.
Bir de bu sarhoşluk anında eğer ki çevrenizdekilerden sadece biraz daha az sarhoşsanız, parelel evrene açılan bir pencereden bakıyormuş gibi hissediyorsunuz kendinizi, gördükleriniz şaşılası. Herkes bambaşka bir kılıf uyduruyor kendine. Mesela bu hafta içinde ben, içip içip eline bir yerden tarot kartları geçirip, "bana bu evde bir şeyler oluyor, sezgilerim açıldı, başınıza bir şey gelmesin" dedikten sonra çekip giden adam gördüm. Bir an kendi uydurduğu mistikliğine kendi inandı, korktu gitti adam. Ehehehe bambaşkaydı.
Bilinçaltı yüzüne vurmuş bir sürü insanla bir yerde kapalı olmak çok güzel bir şey ama bence, harikalar diyarı gibi. Sürekli şaşılası şeyler oluyor orada. Şurada tarif ettiğim insan ilişkilerine yakın diyaloglar yaşanıyor. Aslında herkes yalancı orada ama öyle bariz yalan söyleniyor ki açık açık doğruyu söyler gibi. Bir yandan da herkesin kafasında bambaşka planlar dönüyor içinde bulunduğu kalabalık üzerine, kim kiminle eşleşir ne olur ne biter... Hangisinin suratına baksan anında kafasındaki planı açık ediyor, bir sonraki hamlesini rahatlıkla tahmin edebiliyorsun. Geleceği görmek. İrade yok olunca, robot gibi hedefine ilerliyor herkes tabi.
Aslında ben bu şekilde birilerini incelemeyi çok seviyorum, içki masasında yalan yakalamak kolaylaşıyor tabi ama normalde de çok severim yalan yakalamayı. Yalanını yakaladığım insana da gerekmedikçe yakaladığımı belli etmem ki kendimi iyice kurnaz hissedeyim. Az önce de yaptım aynısını mesela, çok büyük zevk aldım. Pokeri de bu yüzden seviyorum galiba.
Yalan söylemek bir sanattır bence. Bunu becerebilen çok az insanla karşılaştım.
Şimdi de huzurlarınızda eşi benzeri görülmemiş bir hizmet ile çıkıyorum. Cevval Belgeselcilik ve Sosyo-Analiz Departmanlığı bu 4 ünitelik muhteşem gelişim setini iftiharla sunar.

LIAR'S HANDBOOK from CEVVAL(Volume 1)
*Yalanda komplikasyon ve tesadüfi öğeler:
Yalan kesinlikle basit bir olaydan ibaret olmamalıdır. Çünkü gerçek hayat asla basit bir senaryoyla sınırlı kalmaz. Sürekli olay içinde olaylar gelişir, her olayı tetikleyen başka bir olay mevcuttur. Bir yalanı kurgularken bu olaylar zincirini ne kadar güzel örersek, yalanımız da o kadar gerçekçi olacaktır.
Bir örnekle açıklayacak olursak: "Baba, arkadaştaydım, annesi ısrar etti yemeğe oturttular" gibi sığ ve klişe bir yalan yerine; baba, Tuğçe'lerde oturuyorduk, ben tam kalkıyordum ki Tuğçe'nin alt katta oturan halasının tansiyonu düştü, tek anahtar da Tuğçe'de. Annesi gelmek üzereymiş, kadın telefonunu evde bırakmış gitmiş(durumdan şikayetçi ses tonuyla). O, halasını sağlık ocağına götürünce tabi annesi gelip kapıda kalmasın diye beni evde bıraktı. Onlar gidince bekledim biraz, annesi gelse ben çıkıp gelecektim de kadının geç kalacağı tuttu işte(mağdur tonlaması). Tuğçe'yle halası dönebildi de anca öyle geldim eve. Bunun üzerine, Tuğçe'nin ailesinin bir anahtar çoğaltmayı düşünemeyecek kadar ibiş oluşu veya Tuğçe'nin annesinin cep telefonunu yanında taşımayışı üzerine atıp tutmak faydalı olacaktır.
Aileye yalan genelde hayırsız kız evlatların işi olduğundan örneği bol "Tuğçe"li verdim. Ama böyle muazzam bir yalanı dinledikten sonra bir babanın "lan sen kimi yiyon, ibibik!" demesi imkansızdır.
Tek dikkat edilmesiı gereken hikayeyi yeterli süre boyunca akılda tutabilmek, bir kez daha anlatmak zorunda kalırsanız ilk versiyon ile arasında farklar bulunmamalı. Bu tip bir yalanı söylerken komplikasyon derecesini hafızanızın el verdiği boyutta tutmanız sağlıklı olacaktır.

*Yalanda zamanlama:
Gelişen teknoloji ile, bilindiği üzere insan hayatı didik didik bir hal almıştır. Kapalı veya açılmayan cep telefonları yalancıyı hemen ele verir. Özellikle internette bulunmayı alışkanlık haline getirmiş insanların ne zaman nerede olduğu konusunda fikir edinmek kolaydır. Facebook, last.fm vs... üye olduğunuz herhangi bir site sizin ne zaman bilgisayar başında olduğunuzu birine dakikası dakikasına söyler.
Misal ben bugün birine evde olmadığım konusunda yalan söylemiş olsam ve bu postu bloguma göndersem o kişi tesadüfen veya ufak bir araştırma ile benim ona yalan söylediğimi bu yazının tepesindeki tarihten rahatlıkla anlayabilir.
Yalanda zamanlama konusunda teknolojiye tamamen hakim olunmalıdır. Teknolojinin ardından da çevreye hakim olunabilmelidir. Yalanınızı açık edebilecek boş boğazlığa sahip insanlar şahit olarak etrafta barındırılmamalıdır. Üzerine yalan söylediğiniz zaman dilimi boyunca görünmez olmayı başarmak zorundasınız. Çünkü söylediğiniz yalan peşine farklı yalanları da getirecektir(ilk ünitede olaylar zincirini hatırlayalım) üst üste yığılan yalanlar bir piramit haline geldiğinde en altta bulunan bu yalanın diğerlerini taşıyamaması size çok büyük yaptırımlarla geri döner. Bir olayın temeline oturttuğunuz yalan en sağlamı olmalıdır.

*Yalanda bağlantı/ipucu
Yalanları açığa çıkarmak için her zaman ipuçlarından yola çıkılır. Nitekim birine yalan söylediğini kabul ettirmek çok zordur, tamamen köşeye sıkışmadığı sürece yalanını inkar edecektir. İnsan psikolojisi tabi, biz de çoğunlukla aynısını yaparız. Bu nedenle bir yalanı yaşatmak istiyorsak tüm bağlantıları gizleyebilmeliyiz. Teknoloji bu tip bağlantıları gizlemeyi de zorlaştırmıştır. Teknoloji esasen yalancıların varlığını bitirmeye çalışan bir yılandır, çok pis bir şeydir teknoloji, göttür. Ehm Öhm... Evet ne diyorduk..(yemek yedim geldim ben) Heh, misal siz bir ademoğlu olarak sevgilinize Mert'le buluşacağınızı söylemiş iseniz ve o günün akşamı Mert'in Facebook listesindeki havvakızlarından bir tanesi ile arkadaş olmuş iseniz, bu sizin o gün Mert'in kankası Meltem ile de buluşup samimiyet kurmuş olduğunuzun göstergesidir. Sevgilinin nerede ne yaptığını öğrenmeye çok arzulu(hepsi öyledir) hafif azimli bir sevgilinin gözünden kaçmayacak bir ayrıntıdır bu. Hep teknolojiden sıçarsınız yani.
Bu tip ipuçları sizi köşeye sıkıştıracaktır. Ulan dikkat ettim de şu Facebook çok sakat bir şey he, neyse diğer konumuza geçelim efendim.

*Yalanda ifade kontrolü:
Beceriksiz yalancılarda, daha doğrusu yalancı olduğu ayyuka çıkmış yalancıların beceremediği bir özelliktir bu. Zira iyi bir yalancının yalancı olduğunu kendinden başka kimse bilemez. Bu konuda klasik gözlemler mevcuttur; en beceriksiz dingilin yanakları kızarır, diğerlerinin göz bebekleri fıldır fıldır oynar, aynı kelimeleri tekrar eder(ııııı-ondan soora işte... ıııı-sonra da böyle böyle oldu işte), kafasını eğer, heyecanlı bir profil oluşturur, arkadaşlarını kendisine arka çıkmaya davet eder, onlar da genelde durumu tam olarak kavrayamadıklarından kötü oyunculuk sergilerler. Biraz rol yeteneği ile bunların üstesinden gelmek çok basittir. Aksi halde ya kendi yalanınıza kendinizi inandırmalı ve adeta olayı yaşamış gibi bir duygusal havaya bürünmeli ya da farklı bir şeye odaklanmalısınız mesela masada telefon çevirin, çakmağınızla oynayın, sevgiliye yalan söyleniyorsa saçıyla başıyla oynayın... Öyle mal gibi ağzınızı burnunuzu yamultup karşınızdakinin gözlerinin içine bakmayın yani. Uyanık olun biraz, hitabet sanatı denen bir şey var, araştır öğren olum işte. Hayatın her alanında gerekli şeyler bunlar. Al bunu da Power Point'te yaptım, yazdırırsın ufak ufak, cebinde filan taşırsın, takıldığın yerde açar bakarsın.
©Copyright-Cevval Portakal 2008. Tüm hakları helal olsun!

Yaaa n'oldu, oku oku bitmiyo di mi? Böyle durur durur 2 haftalık birden yazarım işte. O değil de iyice sıcak bastı beni, pencereyi açtım estirsin diye, tabiatta ne kadar börtü böcük varsa okuma lambamın ışığına saldırdı. Microcosmos tadı yakalamaya başladım odanın içinde. Ben bir sineklik alayım yarın, takayım pencereye. Hadi gringolar kalın sağlıcakla!

Cevval diyor ki:
Yalan olduğu anlaşılmadan yalan söyle!
İç ama etrafındakilerden bir gıdım daha az iç!
Facebook çok sakat bir şey!


Devamını da oku!>>

6 Temmuz 2008

Akımın mutlusunu severim!

Bazen insan yalnız kalır düşünür, içe döner. Gözler açıktır ama görmez, bakmak ve görmek arasındaki farkı anlar. İçe döner, içine bakar. Hayal kırıklıklarını düşünür, mutluluklarını düşünür. Bu zamana kadar ne yaptığını düşünür. Bir ara kafasını kaldırır, zaten açık olan gözlerini açar. Etrafına bakar, loş ışık, şarap şişeleri, perdeye yansıyan gölgeler, perdenin desenlerinden fırlayan binbir çeşit surat, yamuk koca ağızlar, bitişik gözler, birinin gözü diğerinin ağzı olan bir sürü surat. Her şeyi farklı algılar insan o an etrafa baktığında. Sonra tekrar kapar açık olan gözlerini, düşünür...
Şaka lan şaka ne düşünecek insan, hehehe. Böyle düşünen insan varsa benden uzakta dursun, bakıyormuş da göremiyormuş... hade len! Halının, perdenin desenlerinden surat çıkarmadan bir çocukluk da geçirmemiştir herhalde kimse.
Uyanıklık yapıp sonraki satırlara bakmadıysan veya şu sayfaya ilk defa girmiyorsan şaşırdın ama en başında, kabul et. Bir değişiklik olsun dedim bu sefer, tırt melankolik bir giriş yapayım istedim. Hiç sevmem ben melankoli, tipim mi çok muzur duruyor nedir anlamadım ama yakıştıramamışımdır hiç kendime.
Ben beceremediğimden de olabilir, bu melankolik yarı karizmatik tavırların samimiyetine de bir türlü inanamamışımdır. Öyle düşünemez, o şekilde üzülemez bence insan, özellikle öyle üzülen insan çok şerefsizdir bence.
Biz de 23 sene zarfında üzülecek bol bol şey bulduk. Ama adeta estetikten uzak bir öküz gibi üzüldük, en yıpratanı salya sümük tiksinç bir görüntüyle gerçekleşti, daha hafifleri de ne yapacağını şaşırmış bir ifadeyle.
Tepedeki ruh haliyle üzülen insan ya gerçekten üzülmüyordur ya da üzücü olaylar karşısında bile poz vermeyi düşünebilen bir ruhsuz puşttur. İki türlü de çok samimiyetsizdir. Melankoliyi de samimiyetsiz insanı da sevmem ben.
Bir de melankoli bağımlılığı var, en acaipi. Er kişide pek görülmez gerçi bu durum, zayıflık olarak algılanır. Hatun kişilerde ise çok yaygındır, melankoli bağımlısı hatun kişi bir süre sonra kendi melankolik hallerine hasta olur. İkinci aşamada sorun bağımlılığına terfi eder, çünkü melankoliyi yaşatmak için sorun sahibi olmak gereklidir.
İşte en tehlikeli hatun kitlesidir bu sorun bağımlıları biz er kişiler için. Sorunlarıyla ilgilensen, her seferinde daha kıytırık bir neden bulur yeni dertler edinir, bir türlü mutlu olmaz o, mutlu olmak istemez zaten öyle diyelim veya üzülünce mutlu olur, bu derece tuhaf yani. Elleşmesen daha da bok bir hal alır. Ömür törpüsüdür, manyak eder adamı. Fikrimce böyle durumlarda ruh sağlığının cinsel hayattan önemli olduğu unutulmamalı, bazı fedakarlıklar erkenden yapılabilmeli ve feministlerden daha fazla küfür yemeden konu değiştirilebilmelidir.
Sırf şu yapmacıklıktan emo diye akım doğdu, bu derece yaygın artık hesap et. "emo olmak" denen bir şey var. Ben duygusal olacağım diyerek insan duygusal olur mu lan! Bu ne olum! Aynı şekilde "ben entel olacağım" diyerek jazz dinleyen de vardır ama entellik en azından sonradan kazanılan bir yeti, duygusallık öyle değil ki. Gerçi emonun da duygu yoğunluğu yüzüne vurmuşuna rastlamadım henüz. Bir köşede dikilip, yağmur yağınca sabunlu saçlarla kaçışmak belki bir iç sıkıntının belirtisidir, onu bilemeyeceğim.
Bu emo muhabbeti de şimdiye kadar görülmüş akımların en tırtıdır bence. 68 kuşağını da gördü bu topraklar, her ne kadar ispanyol paça ve biçimsiz saç modelinin ötesine fazla geçilememişse de az sayıda çiçek çocukların yine bir ideali vardı. Heavy metal felsefesi de vurdu geçti bir vakit, punk desen is not dead, disco devrinden bile nasibini az çok aldı şu ülkenin insanı ama emo cidden çok manasız be kardeşim.
Gelmiş geçmiş her akımın yine bir özgürlükçü yanı vardı, kendini dışa vurma durumu, kabullendirme çabası mevcuttu. Akım dediğin kitle hareketidir, bir felsefenin, fikrin kalabalığa yayılışıdır. Akımın coşkulusu mübahtır. Vosvos minibüslü hippi dayılarınız olmasa, onların peşine doksanların metal devrimi gelmese şimdi hem görünüşümüz hem yaşayışımız farklı olurdu. Her akım topluma yeni bir özgürlük bilinci katar, hoşgörü katsayısını arttırır. Akımların sesini duyuramadığı Anadolu insanı bu yüzden daha gelenekçidir. Duygusallığı, kederi, pasif öğeleri savunan bir hareket ise bu nedenle gerçek bir akımın gereklerini yerine getiremez, tırt diyoruz haybeden konuşmuyoruz yani, açıkladık.
Bunu da bitireyim artık, yaz yaz nereye kadar. Yazının bitmesi gerektiğini şu gönderi alanının sağındaki kaydırma çubuğunun boyutundan anlıyorum. Eğer ki o çubuk içinde hareket ettiği boşluğun beşte biri kadar küçülmüşse bu post bitmiş demektir. Eğer ki o çubuk beşte bir değil de altıda biri oluşturmaya başlarsa o da yazacaklarım tükenmiş, saçmalamaya yüz tutmuşum demektir. Her satırda küçülmeye devam ediyor, farkettiysen ufak ufak saçmalamaya da başladım, hadi öperler.

Cevval diyor ki:
Her şeye üzülme!
Üzülürsen poz verme!
Akımın akım gibi olanını benimse!


Devamını da oku!>>

30 Haziran 2008

Öyleymiş gibi yapmam!

Çok sıcak lan, aşırı sıcak,ter bastı gittim dolaptaki JB şişesinden su doldurdum, içtim. Bir bardak daha doldurdum, onu da içtim. Sonra pratik olayım, sonraki adımlarımı hesaplayayım dedim, JB şişesine tekrar su doldurup, dolaba yerleştirip, daimi soğuk su sahibi olabilmek istedim. Baktım ki JB şişesinin ağzı o tepeden basmalı damacana aparatının plastik musluğunun ağzından küçük. O vakit, lan bu şişeyi suyun yarısını yere dökmeden doldurabilmek imkansız, nasıl olmuş da şişenin içine su doldurulabilmiş, diye düşündüm. JB şişesi de, damacana aparatı da standarttır tahminimce, elinde ikisinden de olanlar deneyip sonucu görebilir. Babam doldurdu herhalde şişeyi zamanında ama nasıl doldurdu? Suyun yere dökülmesini umursamadan şişeyi tamamen doldurma ihtimalini geçiyorum, ben bu evde huni ile de karşılaşmadım henüz, su diye viski içmediğimden de eminim. Nasıl yapabildi acaba, dahi lan bu adam!
Bugün yine sıcaktı, gündüz de gece de sıcak, sıcağın etkisiyle baygın baygın eve dönüyorum, sıcaktan bunalan ev kadınları da bahçeye atmış kendilerini. Apartman bahçesine apartmanın en hamarat(muhtemelen emekli) aile reisi tarafından inşa edilmiş piknik masasına kurulmuşlar. Bahçe kapısından adım attığımda yoğun ilgiyle karşılaştım, hal hatır sordular, "n'oluyo lan" diye düşünürken ev kadınları sigara istedi benden. Neden gidip sigara almadılar da kurtarıcı gibi beni görüp sigara istediler hala anlayamıyorum, sıcaktan herkesin kafası farklı çalışır olmuş. Bahçe kapısı da bizim evin görüş açısına, dolayısıyla babamın da görüş alanına girmekte(Commandos gibi düşün). "veririm ama burası sakıncalı bölge" dedim, evin penceresini işaret ettim. "tamam o zaman gel burada ver" diyerek apartmanın içine çektiler beni. Apartmanın içinde gizli gizli sigara dağıttım.
Ev kadınlarına uyuşturucu satıyormuş gibi hissettim kendimi. Çok enteresan bir deneyimdi cidden. Bana şaka filan mı yaptılar acaba kendi espri anlayışlarına göre, neydi ki şimdi bu.
Baba yanında sigara içmeme, sigara göstermeme, sigara içmiyormuş gibi davranma da ne kadar yaygındır şu topraklarda. Babamla bu derece arkadaşça bir ilişkim olmasına rağmen ben bile yaşıyorum bu durumu, sen hiç tuhaflık arama yani kendinde. Gerçi aslında yanında çıkarıp bir tane yaksam hiç sanmıyorum ki adam bir şey desin, zira içtiğimi de biliyor tabi ki ama işte bu anonim kural işlemiş dna'larıma. Ben kendim rahatsız olurum en başından, öyle arkadaşımın yanında içiyormuş gibi içemem o sigarayı, piç olur.
Aslında düşününce "yokmuş/öyle değilmiş gibi davranma" şekli çok yaygın bizlerde. Hani sigara ayıbı gibi gelenekselleşmiş bir durumu geçtim, en modern haliyle bile ciddi ciddi kurumlar sergiliyor bu tavrı.
Mesela: Devlet, internet kelimesinin açılımının "international network" olduğunu bilmiyormuş, örütbağ kendi tekelindeymiş, siteleri ne kadar engellerse engellesin insanların ulaşabileceğinin farkında değilmiş gibi davranıyor.
Telekom ve bazı GSM operatörleri, sanki internette torrent, mp3 siteleri, paylaşım programları yokmuş, insanların bu imkanları kullandığının farkında değilmiş gibi reklam yayınlıyor. Sınırlı ve dandik arşivleriyle "gelin mp3 indirin, 3 kontöre 3 kıytırık popçu..." gibi kampanyalar başlatıyor.
Devlet adamları, sanki bizi Avrupa Birliği'ne almayacaklarının farkında değillermiş gibi "Avrupa Birliği yolunda attığımız adımlar hede hödö..." diye demeçler veriyor. Lan adamlar 2020 diyo, gerçekten de hala taşak geçtiklerinin farkına varamadıysanız siyasetçi olması gereken son insanlarsınız demektir. Aksi halde de siz bizimle çok temiz taşak geçiyorsunuz manası çıkıyor, hangisi daha kötü bilemedim.
Dindar insan, etrafındaki herkes dini kaidelere göre yaşıyormuş tavrı sergiliyor. Müslüman ülkeyiz diye yeri göğü inletiyor. Lan ülkenin müslümanı mı var, namazında niyazında ülke komple cennete mi gidecek. Din, Allah'la ülke arasında mı ki?
Entellektüel kişi de aynı şekilde, sanki ortalıkta hiç angut yokmuş, herkes söylediğini anlayabiliyormuş gibi öyle bir konuşuyor, öyle bir yazıyor ki. Senin yaptığın göndermeyi çevrendeki on adamdan dokuzu anlayamaz abicim işte, neden bunun farkında değilmiş gibi konuşuyorsun ki sen şimdi, anlatıyor ayağına yatıp kendini mi yüceltiyorsun, masturbasyon yapıyorsan bizi niye alet ediyorsun. Döverim ben seni.
Herkes işine geldiği gibi kendine bir hayal dünyası yaratıyor, o dünyada yaşıyormuş gibi hareket ediyor. Çok saçma lan.
Şu dünyada bir ülke, başka bir ülkeye demokrasi getiriyoruz diyerek bomba attı! Bunun da ötesi yoktur herhalde. Pezevenkler demokrasiyi önceden ahirete kurmuş, demokrasisiz kalmış mutsuz insanları bu şekilde topluca huzura kavuşturuyorlar sanki. İşin aslını sen de, ben de, herkes biliyor zaten, ee sen espriyi kime yaptın. Bir de üzerine neden gerçekten de öyleymiş gibi diretiyorsun ki.
Nereye baksam bir saçmalık, bir anlamsızlık, bir mantıksızlık. Vulkan'lı mıyım neyin ben de anlamadım. Çok saçma çok, herşey öyle mantıksız ki Kaptan Kirk.

Cevval diyor ki:
Dünya'nın çok saçma bir yer olduğunu farket!
Öyleyse öyleymiş gibi yap, değilse yapma!
Demokrasi patlamaz!


Devamını da oku!>>

24 Haziran 2008

Gurur yapar, ölür giderim!

Yeni bilgisayar edindim, yarı yarıya yeni sayılır. En azından çin malı, inanılmaz hafiflikte(muhtemelen malzemeden çalmışlar) yeni siyah kasam ile yeni bilgisayar almış gibi hissediyorum kendimi. Sonunda teknik aksaklıklardan ötürü bu ay boynu bükük kalmış blogumu güncelleme fırsatı da bulabildim.
Bilgisayar olmayınca evde durulamıyor, yazın da sosyal olunamıyor, ben bunu anladım geçen bir haftada. Ne pis sıcak yaptı, bu ne bea! Sigarayı bile dörder beşer alıyorum, bakkala giderken bronzlaşmamak için. Beyazım, mutluyum.
Bu geçen zaman zarfında ara ara akşamları bir iki arkadaşımla ormana gittim, biraz vakit geçirdim, alkol alıp ormanın dinginliğinde huzur buldum da az çok internet eksiğimi unutmamı sağladı.
Bir de televizyon ne kıytırık icattır, aslında güzel fikirmiş en başından ama çok boktan bir hal almış şimdilerde. Nasa üssü gibi benim çatım, diktim çanakları, 1500 küsür kanal var, 1500'ünde de izlenecek bir şey bulunmaz mı be kardeşim, Fashion TV'yi bile her açışımda pezevenk kılıklı modacıların röportajlarına denk geldim bir hafta boyunca.
İyi, benim bu dünyaya açılan kapımın kapandığı dönemler Avrupa Şampiyonası'na denk geldi de az çok eğlenebildim. Nasıl da bir manyaklığa doğru gidiyorsak, her üç reklamdan ikisi Milli Takım içerikli, haber bültenlerinin yarısı Milli Takım haberleri; Arda antremanda osurdu, evet millilerimiz yarı final öncesi koşuyorlar, evet şu anda millilerimizi koşarken görüyorsunuz, hakkaten koşuyorlar çok enteresan sayır seyirciler, şimdi de ekranlara Semih'in attığı golü 823654. kez Wining Eleven animasyonuyla getiriyoruz(atv yamuk yaptı, vermiyor görüntüleri)... Bu durum en çok da reklamcılara yaradı, yarı finale gelemesek o animasyonla bezenmiş pahalı reklamlar çok kötü patlayacaktı ellerinde. Bir de Helldorado'ya acaip yaradı.
Bu arada transformers milli takımın tuhaf performans grafiğinden hiç söz edesim yok, söyleyecek bir şey yok çünkü. Hırvatistan maçı bittiğinde Fatih Terim'i yakalamışlar, adamdan açıklama bekliyorlar. Ter içinde durdu, baktı baktı mikrafona, "demek ki gol yemeden açılamıyoruz" dedi. Euheuehueh takımın teknik direktörü yav bu açıklamayı yapan. Takım üzerine en teknik sözü söyleyebilecek insan bunu dedikten sonra, millet daha neyi yazıp çiziyor anlamış değilim. Cidden de dünyanın en tuhaf maçlarını izledik, kendi tuhaflığımızdan ötürü olsa gerek. Maç galibiyetlerini de birbirimizi vurarak filan, en enteresan şekillerde kutluyoruz ya, işin tuhaflığı git gide artıyor. "maç bilançosu" diye bir terim var bu ülkede, maçın ertesi günü haberlerde hava durumu gibi yayınlanıyor. Bu da çok tuhaf bir durum bence.
Aslında bu ülkede her olay hava durumu gibi yayınlanıyor enteresandır. Kuş Gribi: Adana;8, Mersin;12 Van:11 Konya;3... Bu yılın trafik blançosu: Toplam; 1875 Karayollarına göre dağılımı; Afyon-Ankara:318... Kırım-Kongo kanamalı ateşi: Van:7 Samsun:9 Trabzon:5...
"Kırım Kongo Kanamalı Ateşi" de ne acaip hastalık ismidir. Gerçi eşek değiliz, araştırdık; hastalık Kırım'da ilk kez görülüp, yayılımını Kongo'ya kadar sürdürdüğü için böyle bir isim almış. Tahminen kuşların göç yolları ile alakalı bir durum. Yoksa düşününce insanın "Kırım nerde, Kongo nerde lan ayı" dememesi işten değil. Kırımla Kongonun tam ortasında bulunmamızdan ötürü bizde bolca yayıldı galiba virüs.
Ben, "bana bir şey olmazcı" türk boyundan geldiğim için pek sallamıyorum ama bu durumu, yakın zamanda kampa gitmeyi filan planlıyorum hatta. Önceden bir kene macerası yaşamıştım zaten, tecrübeli sayılırım bu konuda.
Bu anıyı daha önce yazdım mı, hatırlamıyorum. Yazmadım ama sanırım, yok yok yazmamışım. Neyse işte, geçen yazın kene uzmanlarına çok para kazandırdığı dönemlerinde ben gidip çadırımı kurmuştum ormanın ortasına. Gitmeden önce de çevremin ve öncelikle babamın, "çok sakat bak, kene ısırır ölürsünüz..." içerikli serzenişlerine esprili yanıtlar verdim, bir güzel tiye aldım, otoritenin onuruyla oynadım. Son ana kadar da babam çok diretmişti.
Kampa gidildi dönüldü, eve geldiğim günün akşamı vücuduma saplanmış siyah bir şey gördüm. Kene olabileceği aklıma gelmedi, pek böcek gibi durmuyor o şey, ufak taş veya tahta parçası gibi bir görünümü var, kolu bacağı pek farkedilmiyor yani, sert de bir mahlukat. Tuttum, çektim çıkardım ben bunu. Çıktıktan sonra farkedebildim kene olduğunu. Öncelikle babam olmak üzere, tüm çevreme "yaaa ben demiştim hıyarağası..." deme imkanı tanımak o an ölümden daha ağır göründü bana. Başıma bir şey geldikten sonra birinin "ben demiştim" demesi kadar sinir bozucu bir şey olamaz bence. Tabi tüm uyarıda bulunanlara, "yaa ne panik adamlarsınız allasen, ben umursamaz ve ne yaptığını bilen bir insanım, farkettiyseniz sizin bu tırsak uyarılarınıza soğuk kanlılıkla gülüp geçiyorum keh keh keh..." cevabı vermemin de etkisi var. Hastaneye filan gitmedim, beraber kampa gittiğim arkadaşlarımdan başkasını da haberdar etmedim durumdan.
O gece internette biraz araştırdım hastalığın belirtilerini, baktım benzer bir durum yok. "şimdi yatıp da yarın kalkamamak var" diye düşünerekten uyuyakaldım akabinde, ertesi gün gözümü açtığımda da yeniden doğmuş gibi mutlu oldum.
Ölüm riski alarak onurumu kurtardım, kimseyi haklı çıkarmadım. Kendimle gurur duyuyorum.
Çok sıcak var ya hava çok sıcak. Kapıyı açıyorum, pencereyi de açıyorum, ceyran yapıyor ikisinden biri kapanıyor. Tekini açıyorum, ceyran yapamıyor pişiyorum, aralarına bir şey sıkıştırayım ben en iyisi, kapanmalarını engelleyeyim, rüzgarın kaba kuvvetine karşı zekamı kullanayım. Hadi ciao bella.
Dipnot: Bilgisayar yeni olduğundan fotoşop vs... bir şey yüklü değil. O görseli "paint"de hazırladım. Çektiğim ızdırabın tarifi yok, bol küfürlü bir benzetme var onu kullanmak istemiyorum.

Cevval diyor ki:
Kene ısırırsa kimseye çaktırmadan hastaneye git!
Vantilatör dünyanın en güzel icatlarından biridir!
Almanya maçını alırsak, mutluluğunu el bombasıyla sergile!(şaka lan şaka hayvan adam seni)


Devamını da oku!>>

16 Haziran 2008

Kendini tanı!

Günlerdir kayıbım. Hani kaybolduk ama o zaman zarfında hatırda kalır bir macera da yok. On gün olmuş bir kelime yazmamışım buralara. On gün içinde de yazacak bir şey yaşayamamışım...
Tam bunları düşünürken kapı çaldı az önce, gittim açtım. Elinde kağıtlarla bir kız çıktı karşıma, apartmanda herkesin doğalgazı var mı? diye sordu. Valla bir fikrim yok ama hepsi geçmiştir herhalde doğalgaza, dedim. Sizde varsa tüm apartmanda da vardır ama, diyerek kendini de beni de inandırmaya çalıştı. Bizimki kat kaloriferi, diyerek karşı çıktım bu önermeye. Düşünürken "hmm" diye ses çıkardı, sonra bir an durakladık. "Kaç para veriyorlar?" diye sordum. Yirmi kaat, dedi. Boşver o zaman 10 daire var, hepsi doğalgaz kullanıcısı yaz gitsin dedim. Değmez dimi haklısın, diyerek onayladı beni. Kesinlikle değmez, diyerek destekledim onu. Saol dedi, güldü gitti sonra. Ne sevimli kızdı lan.
Böyle sitcom kıvamında diyaloglara girebildiğim insanları çok seviyorum. Bir şey ima ettiğinde onu anlayıp cevap verebilenler vardır ya, aynı zamanda espriye espriyle karşılık vermek gibi bir özellikleri de bulunur bunların, işte bu tip bir insanla saatlerce konuşabilirim. "Kaç para veriyorlar?" diye sorduğumda anlamasa, saf saf suratıma baksa, açıklamak zorunda bıraksa beni tüm büyüsü bozulurdu. Ama anladı ya neyi kastettiğimi o hoşuma gitti işte. Telefonunu filan alsaydım lan keşke...
Neyse ana yemeğe geçelim, en son biri "Tuzla tersanelerindeki ölümler üzerine bir şeyler yazar mısınız? Çok önemli bir konu bu, sessiz kalınmamalı" demişti, ben de "hay hay" demiştim. Onu yazayım en iyisi, "hay hay" da ne acaip bir laftır, nereden geliyor acaba, Recep'e sormalı, fransızca olabileceğinden şüpheleniyorum.
Bu tersanelerdeki felaketin tek nedeni bizim türk olmamızdır efendim. "türk olmak"tan kastım karakteristik özelliklerimiz. Biz türkler öncelikle kurnaz, akabinde sorumsuz, son olarak da umursamazız. Açıkçası; biz böyle ince işlerin adamı değiliz, kimse telef olmasın oralarda boşuna. Bir kendimizi tanıyalım önce.
Mesela şimdi, vergi iadesi zamanlarında(artık kalktı biliyorum) esnaf çevresinden fiş isteyenler, kontör kartlarındaki şifrelerin kombinasyonunu çözüp sürekli beleş kontör yüklemeyi aklından geçirmişler, ev tutarken emlakçıyı aradan çıkarıp ev sahibiyle anlaşmışlar ve öğrencilik yıllarında su, elektrik saatlerini durdurmanın yöntemlerini araştırmışlar parmak kaldırsın. Dürüst olun efendim, görelim parmakları çekinecek bir şey yok, çoğunu kendimden örnekliyorum zaten.
Şimdi de her işi yumurta kapıya dayanınca yapanlar, sokaklardaki büyük yuvarlak cam şişe toplama hedelerine bir kez olsun bile cam şişe atmamışlar, borçlarını zamanında getirmeyenler, kredi kartına manyak gibi yüklenip sürekli katlanan borcunu nasıl ödeyeceğini düşünmüşler parmak kaldırsın.
Son olarak da emniyet kemerini her zaman takmayanları, seks esnasında korunmayanları, çalışan bilgisayar kasasının içine elini sokabilenleri, müzelerde ve tarihi mekanlarda "resim çekmeyin" uyarılarına rağmen bir yolunu bulup eserin resmini çekenleri, hepatif vb... hastalıkların aşılarını olmayanları görelim.
Parmak kaldırmayan kaldı mı?
Örnekler rahatlıkla çoğaltılabilir, anlatmak istediğim bizler laubali insanlarız, doğamız böyle veya sonradan böyle olmuşuz mühim değil.
Gemi inşası ağır, riskli ve disiplin gerektiren bir iştir, denizcilik bölümünde okudum oradan biliyorum. Riskleri en aza indirebilmek için kullanılan cihazların, araç gereçlerin periyodik bakımlardan geçmesi, belirli bir süre sonra yenilenmesi gerekir. Aksi halde kazalar kaçınılmaz olur, böyle büyük bir işte yaşanabilecek kaza da muhtemelen ölümle sonuçlanır. Bu bakımların, önlemlerin hepsi de maliyet demektir, işini taşeronlara yaptıran kurnaz türk tersane sahibi böyle bir masrafın altına kolay kolay girmez. Ayriyetten çalışan işçilerin de belirli eğitimleri layığıyla almaları gerekir. Ucuz işgücünü oluşturan, tahsilsiz türk işçisi böyle bir eğitimden layığıyla, önemini kavrayarak geçmez. Hepsi tamamlansa bile, bu derece tehlikeli bir işte çalışan türk kişi baretini takmaz, yüksekte kısa süreli bir iş yapılacak ise aşağıya ağ germeye üşenir...
Hee tabi şöyle de bir döngü mevcut; bahsettiklerimin maliyeti hayli fazladır, işin içine o maliyet girdiği zaman da türk tersanelerinde bu kadar ucuza gemi yapılamaz. Dolayısıyla da talep bu kadar aşırı olmaz, iş yoğunluğu azalır. Bir neden de fakir ülke olmamızdan kaynaklanmaktadır yani, paraya milletin hayatını umursamayacak kadar aç laubali mağara adamlarıyız.
En başından "bu bizim yapacağımız iş değil" deseydik keşke. Tuzla sahili plaj olsaydı komple, apaçiler koştursaydı kumlarda, ıslak beyaz slip donlarla iyice çıplaklar kampına dönseydi Tuzla sahil şeriti. 1 milyar dolarlık ihracattan olurduk ama kimse ölmezdi. Ayriyetten yemişim ihracatını da ekonomiyi de, taşınamadım bir türlü ormanıma en çok o üzüyor beni. Haberlerde vardı geçen; kadın şehir hayatından sıkılmış, dağda yaşıyormuş, hangi ülke olduğunu unuttum. Kurtları evcilleştirmiş, Kevin Costner tadında takılıyor dağın tepesinde. Çok özendim var ya, elinden yemek yiyordu kurtlar bunun, yanında koşturuyorlardı filan. Nasıl doğayla bir olmuş o kadın öyle, nasıl bir huzura ermiş, yüzü gözü al aldı vallahi huzurdan. Ne güzel insanlar var lan dünyada, binde bir ama çok güzel insanlar var.

Cevval diyor ki:
On gün kaybolursan macerasız dönme!
Para kazanacağım diye ölme, milleti öldürme!
Herkes gemi yapamaz!


Devamını da oku!>>

6 Haziran 2008

Lüks içinde döverim seni!

Bir süre önce Babil mimlemişti beni. Unutmuşum o yüzden gecikti, en dürüst halimle itiraf ediyorum. Az önce çıkış noktası yakalayayım diyerek blogları geziyordum o esnada ampul gibi yandı bu mim. Aslında göz ardı edilmemesi gereken bir konu, şimdiye kadar dalgalanmışlardan daha bir önemli, daha bir eleştirel. Unutup da bir aydan uzun bir süre sonra yazıyor oluşumun tek nedeni eşekliğimdir, özür dilerim.
Babil demiş ki: Ben bir genç olarak rahatsızım çünkü: -burayı siz dolduracaksınız-.
Ben her geçen gün gençlikten uzaklaşıyor olmaktan rahatsız olan biri olarak rahatsızım çünkü: Dünya tamamen saçmalık üzerine kurulmuş. Bazen eğlenceli bu durum ama benim için bile dünya düzeni ciddi ele alınması gereken bir konu. Zaten bazı şeylerden rahatsız olmasam bu blogu açıp zehir saçmazdım etrafa. Neyse başlayalım...
Dünya'nın çarkı nasıl dönüyor söyle bakalım, parayla hemi Aynen öyle, toplu tüfekli savaşlar ele geçirdiğiniz topraktan para fışkırmıyorsa pek işe yaramıyor(bkz: Irak), tüm güç dengeleri ekonomi üzerine kurulu. Dünya böyle dönüyor da peki ya ekonomi nasıl döner? Paranın sürekli el değiştirmesi ile tabiki onu da ben mi söyleyeyim a'saf evladım. Ne kadar çok para, ne kadar el değiştiriyorsa ekonomi o kadar hareketli demektir. Paradan müteşekkil bir yaratıktır ekonomi, paradan uzuvları vardır, ayağını çekerseniz kolu kalkar, kolunu tutarsanız eli oynar, çükünü tu... ee neyse işte böyle bıngıl bıngıl bir yaratıktır yani ekonomi, sürekli bir şeylerden etkilenir tepki verir. Dünyadaki tüm dengesizliğin esas nedeni de bu kıpırdanmalardır, ekonominin koca penisini Afrika'dan kaldırır, Avrupa'nın ortasına koyarsanız, biraz da sıvazlamayla göbeğine zenginlik boşalan bir Avrupa elde edersiniz. Afrika'dakiler de serçe parmağını filan tutar, sonra da ziki... edepsizleşmemek için zor tutuyorum kendimi.
Ekonomi aynen böyle bir şey. Çok para arzusu ile sürekli bir taraflardan çekiştirilir bu deccal kılıklı eşşolusu. Peki ya çok para neye gerek? Şöyle düşün çocukluğuna git, sonra doğma, biraz daha git ne bileyim mağara adamı ol sen en iyisi. Ne istiyorsun sen şimdi bir mağara adamı olarak? Karnını doyurmak, barınmak, bitti. Doğadaki insanın ihtiyaçları bunlardan ibaret, ona hayatı boyunca yiyebileceğinin 10 katını versen bir işine yaramaz. Her insanın bir tüketim kapasitesi vardır, en temel haliyle. O zamanlar, herkes kendi kapasitesi kadarını tüketebilen birer ilkel iken, tüm dengeler yerindeymiş, ekonomi belki yine varmış ancak çekiştireni yokmuş, öyle dünyanın üzerine yatmış osura osura uyumaktaymış itoğlusu.
Sonra durum değişmiş ama "konfor" girmiş işin içine. Mağara adamı, mağarasına pofuduk kanepe alabilmek için bir aylık yiyeceğini feda edebilecek konuma gelmiş. İş böyle olunca yiyebileceğinden fazlası da işine yarar olmuş tabi. Ekonomi canavarını pofuduk kanepe, yemek takımı, zigon... sahibi olmak isteyen mağara adamları dürtmeye başlamış. Konfor belki ikincil bir ihtiyaç olarak değerlendirilebilir ve konforun sınırları vardır, fakat konforun ilerisi lükstür ve kesinlikle bir ihtiyaç olarak değerlendirilemez, lüks sadece modern insana alışkanlıklarından ötürü bir ihtiyaç gibi görünür. İşte dünyanın sonunu getiren kelime "lüks".
Mağara adamı lüks kavramı ile tanışınca iyice saçmalamış, götünün rahatı için kanepesine harcama yaparken nadir bulunan bir taş için 2 yıllık yemeğini verebilen bir dingil olmuş çıkmış. 1000 mağara adamının yiyeceğini, götüne soksa sokulmayacak nesnelere harcayabilecek vaziyete gelmiş. İşte ilk mağara adamı bu nesnelerin değerli olduğuna inandığı an ekonomi canavarı da uyanmış. Ekonominin bu hareketleriyle birlikte kendilerini kaybetmiş hepsi. Bu angutoğlu angutlar sonunda öyle bir kıvama gelmişler ki sırf lüks için canlarını vermişler, kümeleşmişler, ülkeler kurmuşlar, topyekün birbirlerine girmişler, birbirlerini katletmişler, değerli olduklarına inandıkları şeyler uğruna duruma uyanmamış olanları açlığa terk etmekten çekinmemişler. Tüm gelişmenin nedeni lüks olmuş, şu anda ekonominin dönmesini sağlayan insani ihtiyaçların %99'u lüks nedeniyle var. Cep telefonunu, her yıl gelişen bilgisayarları, "anneler gününde annenize tek taş alın" reklamını, milyon dolarlık tabloları, modayı, spor arabayı, markaları... konfor ile ilişkilendirebilir misin?
Dünya üzerindeki tüm ülkelerin kuruluş nedeni, tüm savaşların sebebi, inandığımız tüm ideolojilerin kökeni "lüks"tür. Lüks olmasaydı alıştığımız bu düzen hiç var olamayacaktı. Sadece konfor seviyesinde kalacaktık, çok konforlu evlerinde yaşayan ve az konforlu evlerinde yaşayan birer ilkel insan olacaktık, ancak dünyada da tek bir aç bulunmayacaktı. Herkes yiyebileceği kadarını tüketip bir kenara çekilmesini bilecekti. Savaş da olmayacaktı, çünkü savaşmak için bir neden hiç var olamayacaktı.
Ben bir canlı olarak rahatsızım çünkü: Bu dünyada zamanında "lüks" diye bir şey keşfedilmiş.

Cevval diyor ki:
Keriz gibi zengin olucam diye kasma!
Mağarayı sev, adamını koru!
Rahatsız ol!


Devamını da oku!>>

31 Mayıs 2008

Rahat bırakın lan kabilemi!

Evrim teorisi var bildin? Eee bil lan onu da artık. Çok seviyorum ben bu evrim muhabbetlerini, sürekli bir saçma atışma var ya, dindar ve bilimsel çevreler arasında. Çok eğlendiriyor beni, saçma, şu nedenle saçma, sürekli bir farklı dilden konuşma inatı var ona hastayım işte. Hani biz de ilahiyatçı veya genetik mühendisi değiliz(aranızda varsa bilemem), iki alana da anca yüzeysel yaklaşabiliyoruz ama yine de farklı dillerden konuştuklarını anlamak zor değil.
Sana dna sarmallarından bahseden, mikroskobik vakaların incelemesini referans alarak konuşan bir adama "sen atalarının maymun olmasını kendine yedirebiliyor musun?" da denmez ki be kardeşim. Tabi tersi düşünüldüğünde; atalarının, gözle görülemez sınırsız güçte bir varlığın onlara meyvesini yemesini yasakladığı bir ağaçtan elma yedikleri için Dünya'ya gönderilmiş olduğunu, içinde gökten indiği yazdığı için gökten inmiş olduğuna inandığı bir kitapta okuduğundan dolayı inanan birini, dna sarmalları ve milyonlarca yıllık fosillerle ikna etmeye çalışmak niye. Birinin birini bu konuda ikna etmesi kadar mucizevi bir şey olamaz herhalde.
Tabi bu kadar tarafsız olunamaz, bana soracak olursan "sen ne ayaksın yavrum, hakemlik mi yapacan aklın sıra?" diye, ben maymun derim. Herkesin de kendi mantığıdır, düşünce yapısıdır, kimse kimseyi ikna etmek zorunda değil haliyle.
Lan zaten öğrenicez de ne olacak, çok tuhafız he cidden, yaşıyoruz işte bir şekilde. Sürekli bir merak var ya ortada, -3 bin ışık yılı uzaktaki Topolo yıldızı galiba patladı, ama ışığı bile 3000 senede anca geliyor, ondan kesin bir şey söyleyemeyeceğim... Sen emin olsan da ben kaale almam zaten o yıldızı, hee gelir çarpar beraberinde bizi de götürür, o başka. Mars'a robot gönderdi mesela adamlar, taşı maşı inceliyor. Uzaylı görmedikçe şaşırmam ben, o değişik çünkü, görülmesi zor, senin benim gibi ama farklı gezegenden, yerine göre fantastik yetenekleri filan var, olmasa bile ilginç yani yeşildir bir şeydir ne bileyim. Biz hala japon turistlerin çocuksu tavırlarına şaşırıyoruz, uzaylı görsek manyak oluruz. Yoksa; Mars'ta su bulduk, balık var mı, yok. Taşıma suyuyla dünya döner mi, o da yok. Eee içsen içilmez n'apayım ben Mars'taki suyu, plaj açıp apaçileri mi göndericez Mars'a.
Aslında öyle olsa güzel olur he, yok edilmesi gereken çok insan var yok edemiyoruz, daha bugün okudum, yok edeceksin bu adamı dedim, sonra düşündüm insan sırf balta diye öldürülmez ki, ayıp lan. Halbuki böyle olsa, göndersen başka gezegene. Tık tık bir gecede ayıklayacaksın bunları, bindireceksin mekiklere, kuyruklu yıldız gibi fijjtt diye arkasında iz bıraka bıraka uçacak gidecek adamlar. NASA'nın dolarları işe yarasın bare. Tüm zararlıları böyle şutlasak, ormana gitmeme de gerek kalmaz, Dünya ormana döner direkt.
Orman dedim aklıma geldi... Konudan konuya da böyle atlanır mı lan bu ne! Yazacak bir şey bulamıyorum diye diye başladım, aslında ne kadar çok şey bulmuşum şimdi farkediyorum.
Neyse, orman: Survival International adlı sivil toplum kuruluşuna bağlı bir ekip, Amazon'da dünyadan habersiz yaşayan kabile bulmuş, fotoğraflarını bile çekmişler. İtoğlu itler! Ben Survival International adlı sivil toplum kuruluşunun da, ekibinin de, o fotoğrafları çeken fotoğrafçının da komple züryetniskim! Ne yaptı bu adamlar? Daha önce kimsenin bulamadığı kabilenin fotoğraflarını çekti, sattı bunları National Geographic'e, gazetelere, koydu parayı hemi. Bize kadar ulaştırdılar yani kimsenin henüz görememiş olduğu kabilenin fotoğraflarını. Lan derdin araştırmaysa kendi merakını gider, gördün söyleme bare millete. Senin yüzünden bir kabile dolusu şu vakite kadar pırıl pırıl yaşamış adamın hayatı mahvoldu, dünyanın en mutlu insanlarıydı lan onlar it! Göt! Ayı mısın sen, sırf fotoğraftan kaldıracam binlerce doları diye bitirdin adamları. Benim şurada yapmak isteyip de yapamadığımı adamlar yüzyıllardır gerçekleştiriyormuş işte. Ormanın ortasında ilkel ilkel yaşıyorlarmış dünyadan habersiz. Yazık değil mi lan. Çok üzüldüm ben var ya, böyle adilik görmedim duymadım şu vakte kadar, bu derece duyarsızlığa tanık olmadım. İçim acıdı lan resmen, ok atmış adamlar bunların helikopterine tutturamamış, yıldırım düşeydi keşke o helikopterin üzerine. Gözlerim doldu yazarken var ya o derece üzüldüm ben bu habere.

Cevval diyor ki:
Dünyadan habersiz kabile bulursan çaktırma!
Kendi teorine kendin inan, milleti kastırma!
Survival International helikopteri görürsen ok at!


Devamını da oku!>>

26 Mayıs 2008

Bilgisayarına iyi bak!

Internet var ya dünyanın en güzel icatı. Kettle, tost makinesi filan da çok fantastik icatlar ama örütbağ gibi değil. Ben şu geçen 3 günde bunu anladım; internet çok güzel bir şey.
Çok yalnız hissettim ben kendimi bu 3 günde, bir parçam hep eksik oldu. Mesela şimdi ne yazacağımı bilmeden patır patır yükleniyorum ya klavyeye, bu 3 günlük ayrılık olmasa ben böyle aklıma geleni yazmazdım, önce bir konu belirler, üzerine yazardım. Nasıl bir özlemse artık.
Internete kavuştum da bilgisayarım henüz tamir olmadı, teknik servisin soğuk masasına yatmış bekliyordur şimdi mazlum mazlum. Birazdan arıyıcam, yine "çok meşgulüz ilgilenemedik hede hödö..." derlerse çok temiz küfür edicem. Temiz derken, "net" manasında...
Aradım sordum, arızayı tespit etmeye çalışıyorlarmış, üstü kapalı küfür ettim o yüzden, yarını bekliyorum temizleri için.
Internete de şu şekilde kavuştum. Direkt gittim bir arkadaşımın(hain arkadaş Evren) evine, "senin işin gücün yoğun, bu işlere ayıracak vaktin yok, hem çocuk musun ne oyunu, interneti" dedim, hemen akabinde kasayı sırtladığım gibi koşmaya başladım, ne olduğunu bile anlayamadı. Onun bilgisayarını kullanıyorum şimdi. Firefox'u modifiye ettim, bir iki program indirdim, biraz da mp3'le yeni gibi oldu. Kasayı kendi kasamın yerine, monitörün yanına koydum. Tam göz hizasında mavi bir led var, işlem yaparken yanıp yanıp sönenlerden, kör edici bir ışık, lazer kıvamında, 1 saat içinde yanıp sönmelerde yumruk etkisi bırakmaya başladı. Az önce onun da üzerine siyah kablo bandı yapıştırdım, hiç eksiği kalmadı, hehehe.
Bu arada yeni bir şey daha anladım ki; bilgisayar çok kişisel bir şeymiş. Benim bilgisayarım da öyledir mesela, gizli dosyalar, alakasız programların "data" klasörleri içine yerleştirilmiş resimler vs... Adamın tüm gizlisi saklısı evimde duruyor şimdi. Kötü emellerim yok tabi, öyle bakıp bakıp geçiyorum ama eğlenceli bir şey birilerinin özelini dikizlemek. Aslında önceden gözlemlenmiş özelleri gözlemledim de diyebiliriz, neyse ayrıntıya girmenin maksatı yok. Hee bu arada, konu bulamadıkça bu blogda hep aynı adama yükleniyorum, zamanında bana "lan şerefsiz, ele güne rezil edeceğine bari bir fotomu sıkıştır köşeye de talibim çıksın" demişti. "blogun konseptine aykırı hocu o işler, desti izdivaç mı lan bu" diyerek höykürmüştüm karşılığında. Şimdi kendi bilgisayarını kullanarak, hala adam üzerinden prim yaptığımı farkettim o yüzden resmi koyuyorum en tepeye. İlgilenene veririm numarasını da. Hadi hayırlısı.
Birilerinin özeline girmek gerçekten de çok eğlenceli ama, sırf Evren'e özelini kurcaladığımı belirtmek için yazmadım yukarıdakileri. Hatta düşününce(lan her yazıda bir "düşününce" var, "Düşününce:" başlıklı bir blog açasım da gelmedi değil) uzun oldu lan paragraf, heh ne diyordum ben... Evet düşününce; "basın yayın" dediğimiz kaypak teşkilatın yaptığı işlerden politika gibi bütünü ilgilendiren ana başlıkları çıkartırsak geriye kalanların tümü "özele girmenin hazzı" üzerine şekillenmiş. Magazini bu şekilde tanımlayarak "ahanda tespit yaptım" diyecek değilim, onu kastetmiyorum. Mesela cinayet, hırsızlık, kapkaç, gasp, darp, tecavüz vb... haberleri. Bizler bunlarla ilgileniyoruz ki yapılıyor. "I" kişisi "O" kişisine tecavüz edince bize giren çıkan var mı? Yok. Olması için "O" kişisi olmamız gerekli. Ancak okuyoruz biz bu haberi. Tamam bu bir suçtur neticede, ancak bir olayın suç teşkil ediyor oluşu o olayla ilgilenmemizin nedeni olamaz. Tecavüz eden için de mağdur için de kişisel durumlardır bunlar.
Biz sadece öğrenmeyi seviyoruz işte, ormanda ceset bulununca öğreniyoruz biz onu, katili de yakalandıysa seyrine doyum olmuyor, katil kelepçeli ellerini kaldırıp ceketini kafasına geçirmeye çalışırken yüzünü görebilmek için ayrı bir efor sarfediyoruz biz. Katilin neye benzediğini merak ediyoruz. Elinde mikrofonla "neden öldürdünüz?" gibi dünyanın en salakça sorusunu soran adam oluyoruz bir anda.
O sorular da muhteşemdir, bir adam suçlu ise, nasılsa savunanı olmadığından, böyle cevap almaktan çok suça dikkat çekmek için sorarlar ya. Hani ağır bir suç işlesem o anda zaten hayatımın tükendiği belli, eğlenebileceğim son dakikaları bu muhabirle uğraşarak geçirirdim. Televizyon başındakilere apayrı bir şov sunardım:
-Cevval neden öldürdün suçsuz, masum, zavallı insanları?
-Muhabirdi onlar, seni de aldım listeye en geç 10 sene sonra kapındayım.
...
-Cevval, KımılBank'ı hortumladınız mı?
-Yoo direkt içini boşalttık, neden ki?
...
-Sekiz kişiyi ezip olay yerinden kaçtığınız doğru mu? Sarhoş muydunuz?.
-Dokuz kişi dokuz! Teki kaputa yapıştı kaldı, parça parça döküldü sonra yolda.
Giderayak bir sansasyona imza atmış olurdum böylece. Az önce mola verdim, bir şeyler atıştırırken tv'ye bakıyordum. Son olarak bir şey daha farkettim, Cine5'in habercilik anlayışı şahaneymiş. Bu bahsettiğim bizi ilgilendirmeyen olayların hiçbiri yok bültende. Açmışlar Youtube'u, 5 sene önce İspanya'da milleti kovalayan boğanın videosunu bulmuşlar, dağdan yuvarlanan kayakçı bulmuşlar, böyle ilginç kaza görüntülerinden derlemişler, aha demişler haber budur. Çok güzel bence.
Ohhh yazdım rahatladım, ben şimdi internetin diğer nimetlerinden faydalanayım. Yorr eantiii!! Yoorr eanti soşıaall! trilalala...

Cevval diyor ki:
Bilgisayarın bozulursa üzülme, dünyada milyarlarca var!
Sana sormadan harddiskine format atan bilgisayarcıya reset at!
Youtube engellenince Cine5 izle! (aynı ki)


Devamını da oku!>>

20 Mayıs 2008

İşin aslını söyle!

Biri sigara uzatınca, özellikle de az samimi olduğun veya yeni tanıştığın biriyse, otlakçı izlenimi bırakmamak için "yok, teşekkür ederim, şimdi içtim..." filan dersin ya. İşte ben onu dedikten sonra nedense sigarayı aklımdan çıkaramıyorum, hemen bir tane yakmak istiyorum. Cebimden çıkarıp yaksam garip bir durum yaşanacak, adam "ben sigara uzattım almadı cebinden çıkarttı" diyecek. Sabırsızlıkla bekliyorum o yüzden. Adamdan uzaklaşırsam hemen bir tane yakıyorum veya onun sigarasını söndürmesini bekliyorum, sonra bir yarım sigara içme süresi kadar daha bekliyorum. Neden benim sigaramı almadın da kendininkini içiyorsun, diyecek olsa "o zaman canım istemiyordu ki şimdi canım çekti" diyebileceğimden emin olunca yakıyorum bir tane. Nezaket ne uyduruk şeydir yarabbim.
Halbuki farklı olsa, içimizden konuşamasak mesela, nezaket de ortadan kalkardı. Daha mı iyi olurdu ne. Aklına ne geliyorsa söylüyorsun yani, öyle düşün. Tabi bu, şu şartlarda uygulanabilir bir şey değil, uygula diye demiyorum zaten, ancak en başından böyle olduğunu düşün. İnsanlık tarihi boyunca herkes aklına geleni veya ne istediğini direkt söylemiş olsa, lafı dolandırmadan ilk akla gelen ile kendini ifade etse. İngilizlerin bir numarası olmasa yani. Ne acaip olurdu di mi?
-Sigara?
-Valla hacım aslında canım pek istemiyor ama reddetsem hemen akabinde sigara içesim tutacak, ızdırap olacak o bana. Böyle tuhaf saplantılarım var benim. Otlakçı da değilim ama. Keşke hiç uzatmasaydın, bak çelişkilerdeyim şimdi.

-Hı? Hee ee... İyi o zaman al sen bunu, ben bi arkadaşlara bakıp geliyorum.

Artık olmaz tabi böylesi, en başından olsa olurdu. Ya deliye ya ayıya çıkar adamın ismi.
Gerçi çocukluğumda görmüştüm ben böyle bir ayı. Çok düşündürmüş ki beni, birebir hatırlıyorum olanları: Ailecenek bir düğüne gitmiştik zamanında, sabiyim henüz. Birileri hayatlarını mı birleştiriyordu yoksa birinin çükünü mü kesiyorlardı onu tam hatırlamıyorum. Neyse etrafımızda sürekli babamın iş arkadaşları ve aileleri var. Bunların arasında da "ayı Fahri" lakaplı bir adam bulunuyor, çekinmeden "ayı Fahri" diye sesleniyor herkes adama. Düğünün sonlarına doğru masada oturmaktayız, aile reisleri rakıları yuvarlamış, bu ayı başladı yanındaki adama "bu kadın kurtardı lan seni, sürünüyordun yoksa..." demeye. Bağıra bağıra söylüyor, kendi gülüyor, adam gülüyor, masadakiler de gülüyor. Görüntü adam espri yapıyormuş gibi ama alakası yok. Coştukça coştu herif "bu kadının parasını yiye yiye nerelere geldin beaa!". Millet güldükçe aldı bu gazı "benim özüm sözüm bir, kimsenin arkasından konuşmam, senin ağzın kokuyordu biz biliyoruz bu kadın kurtardı seni". Haydaa. Tüm masa hala gülüyor, anlam veremiyorum bir türlü. Lan arkasından konuş daha iyi, herifi karısının, tüm arkadaşlarının yanında bağıra bağıra aşağılayacağına arkasından konuş, ayriyetten konuşmak zorunda mı bırakıldın da bu yolu tercih ettim. Ne ki yani bu şimdi.
Sonra düğün bitti, ayı Fahri ve ailesi aşağılanan adamın arabasına doluşup hep birlikte gittiler. Daha dünyayı doğru düzgün anlamlandıramadan böyle tuhaf insan ilişkilerine tanık olmak çok ağır geldi bana o gün. O yaşananlar nasıl bir kafa güzelliğinin ürünüydü, alkol adamı böyle yapıyorsa bana tükettirdikleri nedir, hala daha kavramakta güçlük çekerim.
Dediğim gibi olsa bu adamdan da olmazdı ortalıkta. Dediğim gibi olsa espri diye de bir şey olmazdı, mecaz da olmazdı. O yüzden bu adamdan da olamazdı, yaptığının ismi birine küfretmek olurdu, millet gülmez yaptırımını ona göre belirlerdi.
Pek eğlenceli olmazdı aslında, biraz robotumsu(android) olurdu hayat. Espri, mecaz, nezaket, tabu, ima, yalan, sanat, mübalağa, ahlak, özel hayat vesaire vesaire, daha doğrusu düşündüğünü gizlemek diye bir şey söz konusu olamazdı. Ama bunların yanında şahane de bir özgürlük kavramı gelişirdi işte.
Düşünsene her insanın aklından geçebilecek her şeyin somut örnekleriyle tarih boyunca yaşanmış olduğunu, en azından dile getirilmiş olduğunu. Dünyanın en sapık adamının kafasındaki her şeyi dile getirdiğini düşün veya şu anda çevrende gözlemlediğin en mutasıp insanın aklından geçen en abuk en saçma en gizli düşünceleri aklından geçirmediğini, direkt söylediğini düşün. Tamamen şeffaf yani herşey, en gizlimiz saklımız ile neysek tüm çevremiz için de oyuz. Ve bu şu anda düşününce geldiği gibi ürkütücü gelmiyor, çünkü farklı bir yol bilmiyorsun. Çevrendeki herkes de senin gibi, sen kimseyi ayıplayamıyorsun, onlar da seni ayıplayamıyor. Ne acaip olurdu lan.
Ülkeler arası ilişkiler bile bambaşka olurdu, bürokrasiye yer kalmazdı:
-Merhaba, biz ülkecenek Avrupa Birliği'ne katılmayı planlıyoruz.
-Vallahi hocam bana soracak olursan biz sizi almayız, şimdi zaten ekonominiz filan bombok, eee insanınızın kültür seviyesi de Avrupa standartlarından hayli uzak, serbest dolaşım versek kötü durur yani bizim ülkemizde sizin insanınız. Ben zaten sizin ırkınızdan da çok haz'etmem. Ama sen yine de sor diğer arkadaşlara.

-Tamam bir de diğerlerine sorayım o zaman. Bu arada sizin ülkenizin de kültürlü vatandaşlarınızın da komple götüne koyayım, bir savaş çıksa ilk size dalarız.
-Dalın da görün ebenizin nükleerini.
.................................
-Merhabalar biz Avrupa Birliği'ne katılacaktık, az önce Finlandiya'yla konuştum, baya bir lölö yaptı, sizin fikriniz nedir?

-Aslında katılsanız iyi olur, stratejik açıdan bizim işimize gelir yani. Ama diğerleriyle konuşmuştum ben önceden sizi aramıza katsak mı diye, pek istemediler, zor yani sizin iş.
-Eyvallah hacım, görüşürüz sonra.
-Baybay.

Karşı cinsle münasebet de apayrı bir şekil alırdı:
-Merhaba, az önce siz geçerken kalçalarınıza dikkatlice baktım da, şahaneymiş bence. İş çıkışı isterseniz bir şeyler yiyelim birlikte, aç olursanız yeriz yani, ben normalde biraz daha geç yerim ama siz bilirsiniz. Olmadı direkt bize gider sevişiriz. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda.
-Hay hay. Lakin şimdi ben öyle sevgili filan pek istemiyorum. Arkası gelmeyebilir yani, tabi performansa da bağlı.

-Peki o zaman akşam görüşmek üzere, atraksiyon sonrası duruma göre tekrar konuşuruz bu konuyu.
N'oldu utandın mı? Daha edepsizce olurdu da ben yumuşattım onu.
Aynen böyle olurdu da daha mı iyi olurdu, daha mı kötü olurdu, ona karar verebilmiş değilim işte. Deneyip görme ihtimali de yok haliyle. Bu da cevapsız bir soru olarak kalsın artık abuk subuk işlere yorduğum zihnimde. Hadi bitti.

Cevval diyor ki:
Bir adamın lakabı "ayı"ysa, onla samimi olmayacaksın!
Ben istemedikçe sigara uzatma!
Avrupa Birliği'ne nah gireriz!


Devamını da oku!>>

16 Mayıs 2008

Ormanın kitabını baştan yazarım!

Şimdi diyelim ki, biz şöyle bir 100 kişi, ayrı ayrı işler yapıp para kazanıyoruz, aslında yatıyoruz ama diyelim ki öyleymiş.. Her ay kazandığımızın bir kısmını da bir kenara koyup biriktiriyoruz. Böyle böyle devam ediyor bu, her ay 100 kişinin kazancından kısılan, bir kenarda birikiyor. Sonra havuzdaki miktar büyüdükçe büyüyor. Öyle bir meblağ haline geliyor ki, herhangi birimizin yıllarca çalışıp anca denkleştirebileceği bir rakama ulaşıyor. Tam bu esnada da bir adam gelip alıyor bu parayı, çoluğuyla çocuğuyla gidiyor bir tatil beldesine, hiçbirimizin hayatında görmediği bir lüks içinde 2 günde yiyip bitiriyor. O sürede bize ye deseler o parayı, beceremeyiz, o kültür gelişmemiş bizde. Neyse, sonra bu adam gelip bize diyor ki: "ben bu parayı aha gittim burada yedim". Hani gizli kapaklı yapsa, ses etmese, nerede lan bu para diye araştırırız, suçunu açığa çıkarmaya çalışırız ama öyle bir durum da yok.
Şimdi bizim biriktirdiğimiz bu parayı böyle çarçur etmiş ve bu derece pişkin bir adamı biz ne yaparız. Ne yapacağız, elimiz kolumuz tutuyor, 100 kişi araya alır pişman ettiğimize emin olana kadar meydan dayağı atarız. Emeğimizin çabamızın hırsını çıkarana kadar tahrip ederiz o yüzsüz bünyeyi. Sonra da paramızdan ve kendimizden mümkün olduğunca uzaklaştırırız ki bir daha yapamasın böyle bir şey.
Biz bu adamı dövemiyoruz ama, neden dövemiyoruz? Çünküm adam Cumhurbaşkanı. Cumhurbaşkanı öyle elle tutulur bir şey değil, uzak bize. Şimdi gidip görmeye kalksan göremezsin, yaklaştırmazlar yanına, korumaları filan var.
Madem durum bu bize kalan tek çare nedir? Tabikine de Fuck The System! demek. Aynen öyle, fakarım ben böyle sistemi! Sistemin suçu ne adam yiyici, diyemeyiz. Sistem işleyecekse her ihtimale karşı devreye girecek bir mekanizma barındırmak zorunda.
Hani ben siyasete pek girmem bu blogda, kişiye de pek yüklenmem eleştireceksem geneli eleştiririm. Alternatifleri ön plana çıkarmak için siyasi kimliklere sataşacak kadar angut değilim. Parti yalakası, şakşakçı, menfaatçi zihniyetten ölesiye tiksinirim. Topluluklardan, fikrini düşüncesini güruha uyduran kalabalıklardan hoşlanmam. Lakin burada durum öyle çarpık ki sataşma gereği duydum.
Kendine "cevval" sıfatını yakıştırmış bir insanın aklının alamayacağı bir pozisyon bu. Binlerce insanın hakkı gasp ediliyor. O binlerce insan mal gibi duruyor, hatta umursamıyor, alışmış onlar. Sanki çok normal bir şey oluyormuş gibi. Nasıl bir sünepelik yavrum bu, eşek misiniz siz. Hani tek örnek de bu değil, neler neler yutulmuş da yakın zamanda karşılaştığım en aleni örnek olduğundan yazdım.
Doğaya atayım ben kendimi diyorum, yıllardır aklımda bu fikir, acaip sıkıldım ben bu işleyişten. Bana şöyle orman içinde bir alan verseler. Deseler ki: "Şu orman senin bölgen olsun, sadece senin yani ülke dışı orası. Hizmet yok, elektrik, su vesaire hiçbir şey yok. Vergi filan da yok dolayısıyla. Ormanda bak başının çaresine." Anında giderim, çırılçıplak koşarım oraya. Sıfırdan başlarım. Oduna taş bağlar balta yaparım. Mağara bulurum kendime, olmadı ağaç dallarından barınak bile yaparım. Su kaynağı bulurum. Ağaçtan yer, tavşan filan avlarım. Sıfırdan öğrenirim her şeyi. Sosyal hayat yok mu -ihtiyacım yoktu zaten. Teknoloji de yok -vardı da ne oldu. Internet de yok -örütbağa koyam sana bişey olmasın. Lost'un finalini öğrenemezsin -boku çıktı zaten. Ölürsün ormanda tek başına -trafik kazasında ölme, olası İstanbul depreminde dümdüz olma, bir manyak tarafından nedensiz yere öldürülme, nereden gelip sektiği belli olmayan kurşun ile ölme, kafana inşaattan kalas düşüp ölme, teröristle bilmemneyle savaşırken ölme, akla gelmez en abuk saçma şekilde ölme... ihtimallerinin yanında ormanda ölme riski komik bence.
Sistem yok, paylaşım yok, teferruat yok, ideoloji, iş, para, mal, geçim, hizmet, kira, alış, veriş, karşılık, statü, kariyer ot bok ıvır zıvır... hiçbir şey yok.
Belki mülteci de alırım ülkeme ileride, bir eş bulurum. Çocuklarım olur, sonra onlar da birer mülteci alır kendine, onların da çocukları olur. Akrabalık bağları kopana kadar mülteci alımı olur ormana, yamuk yumuk çocukları olmasın sonra. Orada en baştan kurulur herşey. Ölmeden önce de yapmaları ve yapmamaları gerekenleri tembihlerim hepsine. Nasılsa deneyimliyim ben, ortalığa sıçıp batırmış bir insan ırkı görmüşüm. Onların hatalarından ders çıkarır, sistemi en başından daha düzgün kurmalarını sağlarım. Cillop gibi bir medeniyetin beşiği olur o orman.
Bana orman vermek, dünyanın geleceği adına yapılmış en karlı yatırım olur. Verin lan bana bir orman, elleşmeyin orada takılayım işte. Geri gelirsem o yüz kişi tırmalasın beni.

Cevval diyor ki:
Yeşili sev!
Uyanık ol, sessiz kalma!
Lost'un boku çıktı!


Devamını da oku!>>

11 Mayıs 2008

Beklemediğin yerden sopalarım!

UGO var bildin? UnderGroundOnline, şahane site. Şahaneliği de şuradan geliyor; adamlar dünyaya saçmalayabilmiş. Ben ki şurada underground blog yolunda ilerleyerek kendi çapımda saçmalıyorum. Bu adamlar o basamakları nasıl seri tırmandıysa, dünyaya saçmalamaya başlamışlar. "Minatour vs. Centaur" diye bir bölüm oluşturulmuş sitede, anket kıvamında. Soru şu: " Who would win a fight? A minatour armed with a trident or a centaur armed with a crossbow" Meali şudur: Mızraklı(3 dişli, zebanilerinkinden) minatour(yarı öküz yarı adam) mu döver? Arbaletli centaur(yarı at yarı insan yaratık) mu döver?
Tabi ben bu soruyu buradan millete sorsam anlamsız saçmalık olur. Adamlar ise, bu dünyanın en saçma sorusu olmaya aday soruyu Tiger Woods'undan Nicolas Cage'ine oradan da Rob Zombie'sine kadar tüm ünlülere sormuşlar. Anlamlı saçmalık olmuş.
Benim izlediklerim arasından en güzide cevabı da Ice-T vermiş, demiş ki: Minator hacamat eder. Çünküm arbalet ile bir kere kaçırırsan yeniden doldurman zaman alır, o esnada da minator seni tırpan manyağı yapar. Dungeons and Dragons hastasıymış sanırım Ice-T zamanında, oyuncunun el kitabını yutmuş olacak ki böyle seri cevap verebildi.
Şahane bir zeka testi bence. Sorunun sorulduğu an harika, adamları yakaladıkları yerler ya bir ödül gecesi, ya bir film galası. Suratlarına mikrafon uzatıldığında klişe 10 sorudan bir tanesini bekliyorlar, ezberden klişe cevaplar verecekler. Bunun olmasını beklerken böyle enteresan bir soruya kafası hızlı çalışmayan kimse cevap üretemez.
-Sorusu olan?
-Joe karakterini oynarken kendinizden bir şeyler buldunuz mu?

-Kayıp kız kardeşimi buldum, o da babamdanmış. Başka?
-Minatour mu döver Centaur mu?
-Eheuhe- ehe... eeeee? -üğ? Şimdiii bence... Sıçtım gibi ama toparlıyıcam, bi dakka...
Kafası yavaş çalışan adamlarda genellikle durum yukarıdaki gibi. Paris Hilton da var arada, dünyanın en aptal ifadesine sahip insanı nasıl daha aptal görünebilir kendiniz bakın.
FRP(fantasy role playing-fantastik rol yapma oyunu-gaime para de rulen fantasy-spiel das ros ah uh fantesia) de güzel bir şeydir. Uzun bir süre öncesine kadar uzun bir süre oynadım bu rol yapma oyunlarını. Çok da eğlendim. Hatta DragonLance(ejderha mızrağı-de la drago... eehh yeter be!) serisinin büyük bölümünü okudum diyebilirim. Oradan biliyorum, minatour nedir, crossbow nedir, hangisi kaç turnde nasıl kullanılır...
Lan ben var ya bu konuyu çok daha uzaklara taşıyacaktım. Yazdıkça yazdım nereye geldik. Neyse heh FRP. Bir ara FRP oynayan kız intihar etti haberleri geçmişti bildin? Gazetelerde FRP üzerine makaleler düzüldü "FRP oynayan gençler gerçeklikten uzaklaşıp kendilerini bir fantezi dünyasında buluyorlar, sonra da ölüyorlar..." şeklinde. İşte ben o haberi yazan mankafalı gazetecinin ağzına sıçayım! Öyle bir şey değil lan o, sığır!
Ondan önce de satanist haberleri dönmüştü. Hatta Engin Ardıç(hiç sevmem) "metal dinleyen gençler satanisttir" kıvamında dünyanın en yüzeysel köşe yazısını yazmıştı(dünyanın en neyi varsa tanıttım he şu dünyanın en bol paragraflı yazısında). Bir rivayete göre de bu saçmaladıkları üzerine metalci gençlerden bir temiz sopa yemişti Engin. Kendi yalanladı ama ben bu sopalama olayının gerçek olmasını diliyorum.
İşte bu andavallılıkların nedeni milletin mal oluşu. Bariz böyle yani, bu kadar, vardığım sonuç karışık değil. Millet mal ki bunu yiyor. Araştırma sıfır, ilgi sıfır. Gazeteden, televizyondan öğreniyor mallar her şeyi, bu yayın organları da görmek istedikleri haliyle veriyor bu ibişlere bilgiyi. "satanist metal gruplarından çocuğunuzu sakının, FRP oynamasın vallahi kopar gerçeklikten" diyor. Onlar zaten öyle dendiğini duymak istiyor. Bilmedikleri her şeyden korkuyor dingiller, yeni öğrendikleri her şey ya iyi ya kötü olmalı onlar için, mallar ya işte o yüzden. Bunların itaatkar çocukları da aynı mallıkta yetişiyor. O dönemde, tv'nin gazıyla ailesi tarafından kasetleri tişörtleri çöpe atılıp da şimdi mal olmuş arkadaşım var mesela benim. Gözlerimle şahit oldum çocuğun gelişimine, 24 yaşında herif beyaz şahinle aynı yolda bir yukarı bir aşağı gidip geliyor şimdi, ilgisiz alakasız bir çeşit mal oldu çıktı adam, cidden var böyle bir arkadaşım uydurmuyorum.
Geçen yazıda babamı övmüştüm, aklıma geldi yine öveyim; o vakit bu haberlerin geyiğini çeviriyorduk, espri türetiyorduk adamla. Cidden çok değerli insan he babam düşündüm de.
Bu tv'den öğrenme olayına cidden kılım. Yakın bir süre önce başıma geldi, FRP oynadıktan sonraki zaman zarfı:
Bekar evi kıvamında hayat sürdüğüm için arada halam kontrole gelir, evin anahtarı vardır onda. Bitlendik mi, evde ayakkabıyla mı geziyoruz, iki hafta önce yapıp dolaba koyduğu sütlaçlar bitti mi vb... diye merak ettikçe açar kapıyı dalar eve. Yine bir soğuk kış günü, öğlen suları, bilgisayar başında vakit öldürmekteyim. Trink diye açıldı evin kapısı, halam dış kapıyı aştığı gibi koşa koşa odamın kapısını da aştı. N'oluyoruz lan, diye seyrederken telaşla açtı odamın pencerelerini. "Hala napan?" demeye kalmadan fırladı gitti salonun camlarını da açtı. Salonun ortasında tornado var, bilgisayarın üzerine kar yağıyor. Balkanlardan çıkıp salon penceresinden giren soğuk hava dalgası, odamın penceresinden evi terk edene kadar saatte 250km'ye ulaşıyor. Kalkıp peşinde koşturuyorum, evi havalandıracam diyerek bulduğu pencereyi açıyor. Sonunda pencereleri bitirdi de sorabildim, neden zatüre olmam gerektiğini.
Kadıncağız televizyonda izlemiş, "elektronik aletler radyasyon yayıyor, en çok da bilgisayar radyasyon saçıyor" haberini. 10sn daha gecikirse sürekli radyasyona maruz kalan bünyemin mutasyona uğrayacağını hesap etmiş olacak ki, evi havalandırıp radyasyonu dışarı çıkarmaya çalışıyor kadın. Bir süre çabaladım halama radyasyonun nasıl bir şey olduğunu anlatmak için, beceremedim. Paltoyla devam ettim işime. Kanalın adını da öğrendim ama: Show TV.
Ben şimdi yapacak haber bulamayıp da dünyanın en kıytırık haberini, hayat kurtarıyor gibi yayınlayarak bu yaşlı başlı kadıncağızı telaşa sürükleyen Show TV Ana Haber Bülteni'ne küfretmeyeyim de kime küfredeyim a'dostlar? Ben böyle yayıncılık anlayışının, milleti keriz görüp de eften püften bilgileri basan habercilik anlayışının, içine sıçmayayım da nereye sıçayım? Denizi mi kirleteyim? Lan bak aklıma geldi sinirlendim, lan çok öküzüz ya, vallahi çok öküzüz. Muasır medeniyet böyle mi yetiştirilir lan yavşaklar!
Atatürk'ün yerinde olsam bir yolunu bulur yeryüzüne iner, tek tek sopalarım bunları. Sopalayacağı çok adam vardır gerçi bunlar ilk sırada değil, ama kesin bunları da aradan çıkarırdım.
Laf sopadan açılmışken aklıma geldi. Dün babamla oturuyoruz, Hollow Man oynuyor tv'de. Babam dedi ki; "görünmez olsam ne yapardım biliyor musun?". "Nedir?" diyerek meraklandım. "Bir sopa alır, üzerine allahın sopası yazar, Tayyip mayyip kim varsa dayak arsızı yapardım kameraların önünde."
Saygı duruşunda bulundum sonra.

Cevval diyor ki:
Çocuğunu mal yetiştirme!
Engin Ardıç'ı dövenleri tanıyorsan tebriklerimi ilet!
Kıytırık haberlere prim verme!


Devamını da oku!>>

6 Mayıs 2008

Yirmi yılda bir gülerim!

Andavallılar youtube'a erişimi engellemiş yine. İyice espri konusu olmaya başladı bu durum. Neyse şimdi bu yasağın ne kadar angutça olduğunu anlatıp, zaten etmiş olduğunuz küfürleri buraya yazacak değilim, her üç blogdan biri yarına kadar yapmış olacak onu. "andavallılar" tabiri de bu konudaki tüm fikirlerimi özetlemeye yeter.
Bu yasağın ucu en çok bana dokundu. Lan, hayatımın ilk kısa filmini youtube'a gönderdiğimde engellenir mi youtube. Çok pis bir tesadüf oldu.
Ben de şimdi oturdum metacafe'ye gönderiyorum videoyu, ahanda gönderdim(henüz denetim aşamasında). Filmi sonuna kadar izleyene bir adet Cevval Portakal'ın gerçek ismini öğrenme kiti hediye(lanse edeni döverim). İzleyin işte sonuna kadar kısa zaten, kısa film.
Bu işten de çok keyif aldım. Kafamda kurduğum bir şeylerin birileri tarafından kamera önünde canlandırılmış olması çok hoşuma gitti, zaman zaman tekrarlamayı düşünüyorum. Film bir yarışma için çekildi. Fark ettim ki cennet vatanımda sürekli birileri kısa film yarışması düzenlemekte, hepsine bir senaryo yazar oldum, bu postun gecikmesinin nedenlerinden biri odur. Bu imkanı bana sağladıkları için de Selçuk Atakan ve tüm emeği geçen arkadaşları gözlerinden öperim, burunlarından öperim hatta tiksinmeden.
Youtube yasağı üzerine ekleyeyim; ben şu anda patır patır girebiliyorum siteye. Bir çok proxy sitesi işe yaramıyor, çoğunda youtube'u açsanız bile "Get the latest flash player" uyarısıyla karşılaşıyorsunuz, latest flash playerı getseniz bile sorun çözülmüyor. Bu sitede öyle bir sorunla karşılaşmadım ben. Alttaki boşluğa "www.youtube.com" yazıp basın "browse"a, çiğneyin yasağı. Bir arkadaşıma gönderdim linki, "bende açılmıyor abi!" diye sitem etti. Ama yine de siz bir deneyin, bir şey kaybetmezsiniz. Neden bende açıldı da onda açılmadı, valla hiçbir fikrim yok.
Az önce çiğneyin yasağı dedim, kimse yadırgamadı değil mi? Demek ki neymiş; bir yasağın aptalca olduğunu düşünüyorsanız onu çiğnemekten çekinmiyormuşsunuz, otoritenin konumu da sizi ilgilendirmiyormuş. Kendiniz hakkında bu gerçeği keşfettiyseniz, etrafınızdaki diğer aptalca şeyleri de görebilirsiniz demektir, tebrik ediyorum aydınlandınız.
Konuya madem yasaktan girdik devam edeyim, ülkemin şöyle bir kaderi olduğuna inanıyorum ben: Bu ülkede, ortalama 20 yıllık periyotlarla, zamanında milletçe ne kadar komik şeyler yaptığımızı anlatıp gülüyoruz.
Düşünün bak 20 yıl öncesinin yasaklarını, içine düşülen komik durumları. Yaş 23. Tam 20 yıl önce babam bana Milupa marka mamayı, kokain satın alır gibi alırmış, zira yabancı marka malların satışı yasakmış bu ülkede. Eczaneye girer, kimseye duyurmadan sessizce "milupa bebek maması alacağım" dermiş, eczacı bir süzermiş; polis mi acaba diyerekten, güvenini kazanırsa çıkartırmış mamayı gizli dehlizlerden 5 katı fiyatına. Adam oğluna mama alıyor lan, komik değil mi? Hatta annem beni muayeneye götürdüğünde doktor "neyle besliyorsunuz bunu, ne güzel kilo almış?" diye sormuş da kadıncağız "muhallebi yiyor" diyerek ört bas etmiş bu illegal durumu.
Ondan bir yirmi yıl öncesine gidin; Almanya, Türk işçi alımına başlamış, sene 1961. İşçi alınırken istenen kriterlerden biri de alınan işçinin dişlerinin tam olmasıymış, dişçiler tarihi vurgun yapmış. At alır gibi dişlerine bakarak adam alınmış bu ülkeden, komik mi? Tamam, biliyorum trajikomik.
Eminim ki 1940 senesinde de 1960 yılındaki insanları güldüren bir iki abuk durum yaşanmıştır. Hatta gidin gerilere, ne bileyim Göktürklere kadar gidin, 20 yılda bir kesin olmuştur bir şeyler.
Bu yasaklar da 20 yılın getirisi, hiç merak etmeyin yani. Biraz yaşlanınca şu ülke üzerine anlatacak komik anılarımız olacak. Görmüş geçirmiş insanlar olacağız hepimiz, "youtube haftada bir engellenirdi..." diyerek dinleyenlerimizi şaşırtacağız. Güzel bir şey aslında, her yaptıkları nizami, her uygulamaları akılcıl bir toplum olsaydık bu kadar eğlenemezdik. Mizahtan yoksun kalırdık. Güzel böyle güzel, zaten hikayem film olmuş çok keyifliyim ben.

Cevval diyor ki:
Ne yap et, youtube'a gir!
Sanatı sanatçıyı sev, burunlarından öp!
Göktürkler'e git, bir kısa Winston kap gel!


Devamını da oku!>>

2 Mayıs 2008

Hayvanı severim, komşudan ötürü!

Hayvan severim ben. Çok duyarlı değilim bu konuda ama seviyorum hayvanı. Bu sevginin geçmişi de var. O yüzden zamanda yolculuk yapacağız şimdi.
Ben küçükken tek başıma doğmuşum, ikizim filan yokmuş yani. Aynı ailede benden önce doğan olmadığından kardeşim de yokmuş, benden sonra doğan da olmayınca "tek çocuk" sıfatını kazanmışım. Tek çocuk da ne pis bir sıfattır, sürprizlerle doludur, ürkütür bazen. Sorulur hep tek çocuğa "kardeşin var mı?" diye, "ben tek çocuğum" cevabını alınca göz bebekleri büyür soranın. Başında bir şaşırır, sonra süzer sanki çocuk her an bir pislik yapabilecekmiş gibi. Kırılabilir eşyaları kaldırır ortadan, emin olana kadar göz hapsinde tutar çocuğu. Kardeşsiz büyüyen çocukların şımarık, haylaz, psikopat, seri katil, tazmanya canavarı vs... olabileceği yönünde bir inanış vardı ben küçükken, hala öyle mi bilmiyorum. Bu inanışın üzerine bir de tavsiye edilen; "tek büyüyen çocuğun bencil olmaması için bir ev hayvanı edininiz", fikri vardır. Benim ebeveynlerimin de aklına yatmış olacak ki bu fikir, kediyle büyüttüler beni. 3 yaşımdayken alınan kedi ben 16, kendi 13 yaşına gelene kadar kardeşlik etti bana. Çok da akıllı hayvandı, laftan anlayan hayvan kavramıyla tanıştırdı beni.
Bencil oldum mu, olmadım mı bilmiyorum ama bir süre sonra hayvanı insanlardan çok sever oldum. Komşularımızdan filan daha çok seviyordum kediyi. Çok da haklıydım bence, masum yani hayvan bir hinliği yok ki. Komşu öyle değil, komşu puşt, komşu çakal. Ama kedi zararsız verirsen yiyor, vermezsen yemiyor, çok aç bırakırsan evdeki kuşu yiyebilir tabi. Kedi varken eve bir de kuş alınmıştı o zamanlar, kediye "sakın yeme lan bunu, postalarız seni sokağa" denmişti, o da yememişti, yıllarca dönüp bakmadı bile kafese. Laftan anlamaktan kastım budur, keriz köpek gibi otur denince oturmakla olmaz o laftan anlamak. Yiyorsa neden sonuç ilişkisi üzerine düşünüp değerlendirsin köpek söylenileni, öyle itaat etsin. Kedi nankördür muhabbeti var, alakası yok. Kedi akıllı. Biz bir hayvanın akıllı olması işimize gelmediğinden ona nankör diyoruz. Köpek saf, iki kuru ekmek ver kapından ayrılmaz. Kediye verirsin yer, bakar suratına bekler biraz, bir tane daha vermezsen basar gider, keriz mi kapında beklesin seni. İnsan da aynı, var mı bir kere yemek verip de kapınızda günlerce bekletebileceğiniz insan, yok.
Kedinin köpeğin de sokak kökenlisini daha çok severim ben, varoş hayvandır o. Cins hayvan gibi değildir. Cins hayvanı herkes sever, sevgiye doymuştur. Gelir kafasını okşarsın sallamaz seni, şımarık olur, bütün gün seviyorlar onu senin okşamana mı kaldı. Keriz gibi hissederim kendimi başkasının cins hayvanını severken. Öyle bir durur ki o hayvan, sanki sen onu sevmiyorsun da o sana kafasını okşatmak lütfunda bulunmuş. "köpek mi beni seviyor lan yoksa", diye düşündürür beni. Sokak hayvanı sevgiye daha aç ama, onun kafasını sevince daha çok sevinir o, değerini bilir. Sokak köpekleri öyledir özellikle, bir kere sev eve kadar takip eder. Kedi yavruları da aynıdır, bir kere seversin koşar peşinden. Büyüyünce akıllanıyor ama kediler, öyle bir kuru okşamaya kanmıyor, ihtimalleri pislikleri hesaplıyor, güvenini kazanmak zaman alıyor.
Hayvan severim ama duyarlı değilim demiştim, duyarlılar da bir acaip lan. Sokak hayvanlarını kısırlaştırma kampanyası düzenliyorlar paso. Yani diyorlar ki; biz insan ırkı olarak yeri göğü betonla doldurduk, diğer yaşam formlarına yaşayacak alan bırakmadık, beton sokaklarımızda gezer oldular, yaptığımız eziyet yetmedi, çüklerini tek tek büküp soylarını kurutucaz. Kendi çükünüzü bükün de kediye köpeğe yaşayacak yer kalsın kuntizler. Uzaylılar dünyada yaşayabilmek için gelip, hepimizi tek tek yakalayıp andropoza/menopoza soksa, soyumuzu tüketse, iyi mi olur.
Duyarlılık çok tuhaf bir şey, "sokak köpeklerine barınak sağlansın, bilmem n'apılsın, allaahh allaahh!" diye bir yırtınış var. Lüzumsuz aslında. Elleşmeyin mutlu mutlu yaşıyorlar işte, çöpten filan da olsa yiyor onlar bir şeyler. Çok duyarlıysan arada bir balkondan bir şeyler at aşağıdaki hayvanlara yeter. Ne uğraşıyorsun gariplerle.
Çocukken sokağa alıştırdığım bir sokak köpeği vardı, evden bir şeyler çıkartıp doyuruyordum bunu paso. Zararsız kirli cılız bir hayvandı işte, "Cevval alıştırdı köpeği sokağa..." diye laf yapar oldu puşt komşular. Çocuk aklımla dahi anlamamıştım bu mantığı, alışsın sokağa ne var ki renk oldu işte. Günün birinde yavşak komşulardan teki sopalayıp kovalamıştı hayvanı sokaktan, ciyaklaya ciyaklaya kaçtı hayvan bir daha geri gelmedi. Bir gün okuldan dönerken köpeğin ölüsünü gördüm uzaklarda, araba çarpmıştı herhalde. Belki de bizim çıkmaz sokağımıza alışmış olsa araba çarpmayacaktı diye düşündüm. Şahane beddua ettim komşuya, balkonuna asılı temiz çamaşırlara topak topak çamur atmaya başladım. Çocuk halimle, o temiz masum bünyeyle ettiğim beddua nasıl tuttuysa, kısa bir süre sonra rahatsızlandı kadın, hastanelik oldu. İyi de oldu. Hala için için sevinirim bu duruma, hak'etmişti. Araba çarpıp ölmüş olsa yine üzülmezdim herhalde. İlahi adalet derdim. Dedim! Hastalanınca da dedim ilahi adalet diye. Şimdi büyüdüm ilahiyatı pek mantğım almaz oldu, tutmuyor beddualarım. Böyle başına bir şeyler gelmesini istediğim biri olsa değiştiririm ama fikrimi.

Cevval diyor ki:
Hayvanı sev!
Komşunun hayvan sevenini sev!
Komşunun başını okşama!


Devamını da oku!>>