30 Haziran 2008

Öyleymiş gibi yapmam!

Çok sıcak lan, aşırı sıcak,ter bastı gittim dolaptaki JB şişesinden su doldurdum, içtim. Bir bardak daha doldurdum, onu da içtim. Sonra pratik olayım, sonraki adımlarımı hesaplayayım dedim, JB şişesine tekrar su doldurup, dolaba yerleştirip, daimi soğuk su sahibi olabilmek istedim. Baktım ki JB şişesinin ağzı o tepeden basmalı damacana aparatının plastik musluğunun ağzından küçük. O vakit, lan bu şişeyi suyun yarısını yere dökmeden doldurabilmek imkansız, nasıl olmuş da şişenin içine su doldurulabilmiş, diye düşündüm. JB şişesi de, damacana aparatı da standarttır tahminimce, elinde ikisinden de olanlar deneyip sonucu görebilir. Babam doldurdu herhalde şişeyi zamanında ama nasıl doldurdu? Suyun yere dökülmesini umursamadan şişeyi tamamen doldurma ihtimalini geçiyorum, ben bu evde huni ile de karşılaşmadım henüz, su diye viski içmediğimden de eminim. Nasıl yapabildi acaba, dahi lan bu adam!
Bugün yine sıcaktı, gündüz de gece de sıcak, sıcağın etkisiyle baygın baygın eve dönüyorum, sıcaktan bunalan ev kadınları da bahçeye atmış kendilerini. Apartman bahçesine apartmanın en hamarat(muhtemelen emekli) aile reisi tarafından inşa edilmiş piknik masasına kurulmuşlar. Bahçe kapısından adım attığımda yoğun ilgiyle karşılaştım, hal hatır sordular, "n'oluyo lan" diye düşünürken ev kadınları sigara istedi benden. Neden gidip sigara almadılar da kurtarıcı gibi beni görüp sigara istediler hala anlayamıyorum, sıcaktan herkesin kafası farklı çalışır olmuş. Bahçe kapısı da bizim evin görüş açısına, dolayısıyla babamın da görüş alanına girmekte(Commandos gibi düşün). "veririm ama burası sakıncalı bölge" dedim, evin penceresini işaret ettim. "tamam o zaman gel burada ver" diyerek apartmanın içine çektiler beni. Apartmanın içinde gizli gizli sigara dağıttım.
Ev kadınlarına uyuşturucu satıyormuş gibi hissettim kendimi. Çok enteresan bir deneyimdi cidden. Bana şaka filan mı yaptılar acaba kendi espri anlayışlarına göre, neydi ki şimdi bu.
Baba yanında sigara içmeme, sigara göstermeme, sigara içmiyormuş gibi davranma da ne kadar yaygındır şu topraklarda. Babamla bu derece arkadaşça bir ilişkim olmasına rağmen ben bile yaşıyorum bu durumu, sen hiç tuhaflık arama yani kendinde. Gerçi aslında yanında çıkarıp bir tane yaksam hiç sanmıyorum ki adam bir şey desin, zira içtiğimi de biliyor tabi ki ama işte bu anonim kural işlemiş dna'larıma. Ben kendim rahatsız olurum en başından, öyle arkadaşımın yanında içiyormuş gibi içemem o sigarayı, piç olur.
Aslında düşününce "yokmuş/öyle değilmiş gibi davranma" şekli çok yaygın bizlerde. Hani sigara ayıbı gibi gelenekselleşmiş bir durumu geçtim, en modern haliyle bile ciddi ciddi kurumlar sergiliyor bu tavrı.
Mesela: Devlet, internet kelimesinin açılımının "international network" olduğunu bilmiyormuş, örütbağ kendi tekelindeymiş, siteleri ne kadar engellerse engellesin insanların ulaşabileceğinin farkında değilmiş gibi davranıyor.
Telekom ve bazı GSM operatörleri, sanki internette torrent, mp3 siteleri, paylaşım programları yokmuş, insanların bu imkanları kullandığının farkında değilmiş gibi reklam yayınlıyor. Sınırlı ve dandik arşivleriyle "gelin mp3 indirin, 3 kontöre 3 kıytırık popçu..." gibi kampanyalar başlatıyor.
Devlet adamları, sanki bizi Avrupa Birliği'ne almayacaklarının farkında değillermiş gibi "Avrupa Birliği yolunda attığımız adımlar hede hödö..." diye demeçler veriyor. Lan adamlar 2020 diyo, gerçekten de hala taşak geçtiklerinin farkına varamadıysanız siyasetçi olması gereken son insanlarsınız demektir. Aksi halde de siz bizimle çok temiz taşak geçiyorsunuz manası çıkıyor, hangisi daha kötü bilemedim.
Dindar insan, etrafındaki herkes dini kaidelere göre yaşıyormuş tavrı sergiliyor. Müslüman ülkeyiz diye yeri göğü inletiyor. Lan ülkenin müslümanı mı var, namazında niyazında ülke komple cennete mi gidecek. Din, Allah'la ülke arasında mı ki?
Entellektüel kişi de aynı şekilde, sanki ortalıkta hiç angut yokmuş, herkes söylediğini anlayabiliyormuş gibi öyle bir konuşuyor, öyle bir yazıyor ki. Senin yaptığın göndermeyi çevrendeki on adamdan dokuzu anlayamaz abicim işte, neden bunun farkında değilmiş gibi konuşuyorsun ki sen şimdi, anlatıyor ayağına yatıp kendini mi yüceltiyorsun, masturbasyon yapıyorsan bizi niye alet ediyorsun. Döverim ben seni.
Herkes işine geldiği gibi kendine bir hayal dünyası yaratıyor, o dünyada yaşıyormuş gibi hareket ediyor. Çok saçma lan.
Şu dünyada bir ülke, başka bir ülkeye demokrasi getiriyoruz diyerek bomba attı! Bunun da ötesi yoktur herhalde. Pezevenkler demokrasiyi önceden ahirete kurmuş, demokrasisiz kalmış mutsuz insanları bu şekilde topluca huzura kavuşturuyorlar sanki. İşin aslını sen de, ben de, herkes biliyor zaten, ee sen espriyi kime yaptın. Bir de üzerine neden gerçekten de öyleymiş gibi diretiyorsun ki.
Nereye baksam bir saçmalık, bir anlamsızlık, bir mantıksızlık. Vulkan'lı mıyım neyin ben de anlamadım. Çok saçma çok, herşey öyle mantıksız ki Kaptan Kirk.

Cevval diyor ki:
Dünya'nın çok saçma bir yer olduğunu farket!
Öyleyse öyleymiş gibi yap, değilse yapma!
Demokrasi patlamaz!


Devamını da oku!>>

24 Haziran 2008

Gurur yapar, ölür giderim!

Yeni bilgisayar edindim, yarı yarıya yeni sayılır. En azından çin malı, inanılmaz hafiflikte(muhtemelen malzemeden çalmışlar) yeni siyah kasam ile yeni bilgisayar almış gibi hissediyorum kendimi. Sonunda teknik aksaklıklardan ötürü bu ay boynu bükük kalmış blogumu güncelleme fırsatı da bulabildim.
Bilgisayar olmayınca evde durulamıyor, yazın da sosyal olunamıyor, ben bunu anladım geçen bir haftada. Ne pis sıcak yaptı, bu ne bea! Sigarayı bile dörder beşer alıyorum, bakkala giderken bronzlaşmamak için. Beyazım, mutluyum.
Bu geçen zaman zarfında ara ara akşamları bir iki arkadaşımla ormana gittim, biraz vakit geçirdim, alkol alıp ormanın dinginliğinde huzur buldum da az çok internet eksiğimi unutmamı sağladı.
Bir de televizyon ne kıytırık icattır, aslında güzel fikirmiş en başından ama çok boktan bir hal almış şimdilerde. Nasa üssü gibi benim çatım, diktim çanakları, 1500 küsür kanal var, 1500'ünde de izlenecek bir şey bulunmaz mı be kardeşim, Fashion TV'yi bile her açışımda pezevenk kılıklı modacıların röportajlarına denk geldim bir hafta boyunca.
İyi, benim bu dünyaya açılan kapımın kapandığı dönemler Avrupa Şampiyonası'na denk geldi de az çok eğlenebildim. Nasıl da bir manyaklığa doğru gidiyorsak, her üç reklamdan ikisi Milli Takım içerikli, haber bültenlerinin yarısı Milli Takım haberleri; Arda antremanda osurdu, evet millilerimiz yarı final öncesi koşuyorlar, evet şu anda millilerimizi koşarken görüyorsunuz, hakkaten koşuyorlar çok enteresan sayır seyirciler, şimdi de ekranlara Semih'in attığı golü 823654. kez Wining Eleven animasyonuyla getiriyoruz(atv yamuk yaptı, vermiyor görüntüleri)... Bu durum en çok da reklamcılara yaradı, yarı finale gelemesek o animasyonla bezenmiş pahalı reklamlar çok kötü patlayacaktı ellerinde. Bir de Helldorado'ya acaip yaradı.
Bu arada transformers milli takımın tuhaf performans grafiğinden hiç söz edesim yok, söyleyecek bir şey yok çünkü. Hırvatistan maçı bittiğinde Fatih Terim'i yakalamışlar, adamdan açıklama bekliyorlar. Ter içinde durdu, baktı baktı mikrafona, "demek ki gol yemeden açılamıyoruz" dedi. Euheuehueh takımın teknik direktörü yav bu açıklamayı yapan. Takım üzerine en teknik sözü söyleyebilecek insan bunu dedikten sonra, millet daha neyi yazıp çiziyor anlamış değilim. Cidden de dünyanın en tuhaf maçlarını izledik, kendi tuhaflığımızdan ötürü olsa gerek. Maç galibiyetlerini de birbirimizi vurarak filan, en enteresan şekillerde kutluyoruz ya, işin tuhaflığı git gide artıyor. "maç bilançosu" diye bir terim var bu ülkede, maçın ertesi günü haberlerde hava durumu gibi yayınlanıyor. Bu da çok tuhaf bir durum bence.
Aslında bu ülkede her olay hava durumu gibi yayınlanıyor enteresandır. Kuş Gribi: Adana;8, Mersin;12 Van:11 Konya;3... Bu yılın trafik blançosu: Toplam; 1875 Karayollarına göre dağılımı; Afyon-Ankara:318... Kırım-Kongo kanamalı ateşi: Van:7 Samsun:9 Trabzon:5...
"Kırım Kongo Kanamalı Ateşi" de ne acaip hastalık ismidir. Gerçi eşek değiliz, araştırdık; hastalık Kırım'da ilk kez görülüp, yayılımını Kongo'ya kadar sürdürdüğü için böyle bir isim almış. Tahminen kuşların göç yolları ile alakalı bir durum. Yoksa düşününce insanın "Kırım nerde, Kongo nerde lan ayı" dememesi işten değil. Kırımla Kongonun tam ortasında bulunmamızdan ötürü bizde bolca yayıldı galiba virüs.
Ben, "bana bir şey olmazcı" türk boyundan geldiğim için pek sallamıyorum ama bu durumu, yakın zamanda kampa gitmeyi filan planlıyorum hatta. Önceden bir kene macerası yaşamıştım zaten, tecrübeli sayılırım bu konuda.
Bu anıyı daha önce yazdım mı, hatırlamıyorum. Yazmadım ama sanırım, yok yok yazmamışım. Neyse işte, geçen yazın kene uzmanlarına çok para kazandırdığı dönemlerinde ben gidip çadırımı kurmuştum ormanın ortasına. Gitmeden önce de çevremin ve öncelikle babamın, "çok sakat bak, kene ısırır ölürsünüz..." içerikli serzenişlerine esprili yanıtlar verdim, bir güzel tiye aldım, otoritenin onuruyla oynadım. Son ana kadar da babam çok diretmişti.
Kampa gidildi dönüldü, eve geldiğim günün akşamı vücuduma saplanmış siyah bir şey gördüm. Kene olabileceği aklıma gelmedi, pek böcek gibi durmuyor o şey, ufak taş veya tahta parçası gibi bir görünümü var, kolu bacağı pek farkedilmiyor yani, sert de bir mahlukat. Tuttum, çektim çıkardım ben bunu. Çıktıktan sonra farkedebildim kene olduğunu. Öncelikle babam olmak üzere, tüm çevreme "yaaa ben demiştim hıyarağası..." deme imkanı tanımak o an ölümden daha ağır göründü bana. Başıma bir şey geldikten sonra birinin "ben demiştim" demesi kadar sinir bozucu bir şey olamaz bence. Tabi tüm uyarıda bulunanlara, "yaa ne panik adamlarsınız allasen, ben umursamaz ve ne yaptığını bilen bir insanım, farkettiyseniz sizin bu tırsak uyarılarınıza soğuk kanlılıkla gülüp geçiyorum keh keh keh..." cevabı vermemin de etkisi var. Hastaneye filan gitmedim, beraber kampa gittiğim arkadaşlarımdan başkasını da haberdar etmedim durumdan.
O gece internette biraz araştırdım hastalığın belirtilerini, baktım benzer bir durum yok. "şimdi yatıp da yarın kalkamamak var" diye düşünerekten uyuyakaldım akabinde, ertesi gün gözümü açtığımda da yeniden doğmuş gibi mutlu oldum.
Ölüm riski alarak onurumu kurtardım, kimseyi haklı çıkarmadım. Kendimle gurur duyuyorum.
Çok sıcak var ya hava çok sıcak. Kapıyı açıyorum, pencereyi de açıyorum, ceyran yapıyor ikisinden biri kapanıyor. Tekini açıyorum, ceyran yapamıyor pişiyorum, aralarına bir şey sıkıştırayım ben en iyisi, kapanmalarını engelleyeyim, rüzgarın kaba kuvvetine karşı zekamı kullanayım. Hadi ciao bella.
Dipnot: Bilgisayar yeni olduğundan fotoşop vs... bir şey yüklü değil. O görseli "paint"de hazırladım. Çektiğim ızdırabın tarifi yok, bol küfürlü bir benzetme var onu kullanmak istemiyorum.

Cevval diyor ki:
Kene ısırırsa kimseye çaktırmadan hastaneye git!
Vantilatör dünyanın en güzel icatlarından biridir!
Almanya maçını alırsak, mutluluğunu el bombasıyla sergile!(şaka lan şaka hayvan adam seni)


Devamını da oku!>>

16 Haziran 2008

Kendini tanı!

Günlerdir kayıbım. Hani kaybolduk ama o zaman zarfında hatırda kalır bir macera da yok. On gün olmuş bir kelime yazmamışım buralara. On gün içinde de yazacak bir şey yaşayamamışım...
Tam bunları düşünürken kapı çaldı az önce, gittim açtım. Elinde kağıtlarla bir kız çıktı karşıma, apartmanda herkesin doğalgazı var mı? diye sordu. Valla bir fikrim yok ama hepsi geçmiştir herhalde doğalgaza, dedim. Sizde varsa tüm apartmanda da vardır ama, diyerek kendini de beni de inandırmaya çalıştı. Bizimki kat kaloriferi, diyerek karşı çıktım bu önermeye. Düşünürken "hmm" diye ses çıkardı, sonra bir an durakladık. "Kaç para veriyorlar?" diye sordum. Yirmi kaat, dedi. Boşver o zaman 10 daire var, hepsi doğalgaz kullanıcısı yaz gitsin dedim. Değmez dimi haklısın, diyerek onayladı beni. Kesinlikle değmez, diyerek destekledim onu. Saol dedi, güldü gitti sonra. Ne sevimli kızdı lan.
Böyle sitcom kıvamında diyaloglara girebildiğim insanları çok seviyorum. Bir şey ima ettiğinde onu anlayıp cevap verebilenler vardır ya, aynı zamanda espriye espriyle karşılık vermek gibi bir özellikleri de bulunur bunların, işte bu tip bir insanla saatlerce konuşabilirim. "Kaç para veriyorlar?" diye sorduğumda anlamasa, saf saf suratıma baksa, açıklamak zorunda bıraksa beni tüm büyüsü bozulurdu. Ama anladı ya neyi kastettiğimi o hoşuma gitti işte. Telefonunu filan alsaydım lan keşke...
Neyse ana yemeğe geçelim, en son biri "Tuzla tersanelerindeki ölümler üzerine bir şeyler yazar mısınız? Çok önemli bir konu bu, sessiz kalınmamalı" demişti, ben de "hay hay" demiştim. Onu yazayım en iyisi, "hay hay" da ne acaip bir laftır, nereden geliyor acaba, Recep'e sormalı, fransızca olabileceğinden şüpheleniyorum.
Bu tersanelerdeki felaketin tek nedeni bizim türk olmamızdır efendim. "türk olmak"tan kastım karakteristik özelliklerimiz. Biz türkler öncelikle kurnaz, akabinde sorumsuz, son olarak da umursamazız. Açıkçası; biz böyle ince işlerin adamı değiliz, kimse telef olmasın oralarda boşuna. Bir kendimizi tanıyalım önce.
Mesela şimdi, vergi iadesi zamanlarında(artık kalktı biliyorum) esnaf çevresinden fiş isteyenler, kontör kartlarındaki şifrelerin kombinasyonunu çözüp sürekli beleş kontör yüklemeyi aklından geçirmişler, ev tutarken emlakçıyı aradan çıkarıp ev sahibiyle anlaşmışlar ve öğrencilik yıllarında su, elektrik saatlerini durdurmanın yöntemlerini araştırmışlar parmak kaldırsın. Dürüst olun efendim, görelim parmakları çekinecek bir şey yok, çoğunu kendimden örnekliyorum zaten.
Şimdi de her işi yumurta kapıya dayanınca yapanlar, sokaklardaki büyük yuvarlak cam şişe toplama hedelerine bir kez olsun bile cam şişe atmamışlar, borçlarını zamanında getirmeyenler, kredi kartına manyak gibi yüklenip sürekli katlanan borcunu nasıl ödeyeceğini düşünmüşler parmak kaldırsın.
Son olarak da emniyet kemerini her zaman takmayanları, seks esnasında korunmayanları, çalışan bilgisayar kasasının içine elini sokabilenleri, müzelerde ve tarihi mekanlarda "resim çekmeyin" uyarılarına rağmen bir yolunu bulup eserin resmini çekenleri, hepatif vb... hastalıkların aşılarını olmayanları görelim.
Parmak kaldırmayan kaldı mı?
Örnekler rahatlıkla çoğaltılabilir, anlatmak istediğim bizler laubali insanlarız, doğamız böyle veya sonradan böyle olmuşuz mühim değil.
Gemi inşası ağır, riskli ve disiplin gerektiren bir iştir, denizcilik bölümünde okudum oradan biliyorum. Riskleri en aza indirebilmek için kullanılan cihazların, araç gereçlerin periyodik bakımlardan geçmesi, belirli bir süre sonra yenilenmesi gerekir. Aksi halde kazalar kaçınılmaz olur, böyle büyük bir işte yaşanabilecek kaza da muhtemelen ölümle sonuçlanır. Bu bakımların, önlemlerin hepsi de maliyet demektir, işini taşeronlara yaptıran kurnaz türk tersane sahibi böyle bir masrafın altına kolay kolay girmez. Ayriyetten çalışan işçilerin de belirli eğitimleri layığıyla almaları gerekir. Ucuz işgücünü oluşturan, tahsilsiz türk işçisi böyle bir eğitimden layığıyla, önemini kavrayarak geçmez. Hepsi tamamlansa bile, bu derece tehlikeli bir işte çalışan türk kişi baretini takmaz, yüksekte kısa süreli bir iş yapılacak ise aşağıya ağ germeye üşenir...
Hee tabi şöyle de bir döngü mevcut; bahsettiklerimin maliyeti hayli fazladır, işin içine o maliyet girdiği zaman da türk tersanelerinde bu kadar ucuza gemi yapılamaz. Dolayısıyla da talep bu kadar aşırı olmaz, iş yoğunluğu azalır. Bir neden de fakir ülke olmamızdan kaynaklanmaktadır yani, paraya milletin hayatını umursamayacak kadar aç laubali mağara adamlarıyız.
En başından "bu bizim yapacağımız iş değil" deseydik keşke. Tuzla sahili plaj olsaydı komple, apaçiler koştursaydı kumlarda, ıslak beyaz slip donlarla iyice çıplaklar kampına dönseydi Tuzla sahil şeriti. 1 milyar dolarlık ihracattan olurduk ama kimse ölmezdi. Ayriyetten yemişim ihracatını da ekonomiyi de, taşınamadım bir türlü ormanıma en çok o üzüyor beni. Haberlerde vardı geçen; kadın şehir hayatından sıkılmış, dağda yaşıyormuş, hangi ülke olduğunu unuttum. Kurtları evcilleştirmiş, Kevin Costner tadında takılıyor dağın tepesinde. Çok özendim var ya, elinden yemek yiyordu kurtlar bunun, yanında koşturuyorlardı filan. Nasıl doğayla bir olmuş o kadın öyle, nasıl bir huzura ermiş, yüzü gözü al aldı vallahi huzurdan. Ne güzel insanlar var lan dünyada, binde bir ama çok güzel insanlar var.

Cevval diyor ki:
On gün kaybolursan macerasız dönme!
Para kazanacağım diye ölme, milleti öldürme!
Herkes gemi yapamaz!


Devamını da oku!>>

6 Haziran 2008

Lüks içinde döverim seni!

Bir süre önce Babil mimlemişti beni. Unutmuşum o yüzden gecikti, en dürüst halimle itiraf ediyorum. Az önce çıkış noktası yakalayayım diyerek blogları geziyordum o esnada ampul gibi yandı bu mim. Aslında göz ardı edilmemesi gereken bir konu, şimdiye kadar dalgalanmışlardan daha bir önemli, daha bir eleştirel. Unutup da bir aydan uzun bir süre sonra yazıyor oluşumun tek nedeni eşekliğimdir, özür dilerim.
Babil demiş ki: Ben bir genç olarak rahatsızım çünkü: -burayı siz dolduracaksınız-.
Ben her geçen gün gençlikten uzaklaşıyor olmaktan rahatsız olan biri olarak rahatsızım çünkü: Dünya tamamen saçmalık üzerine kurulmuş. Bazen eğlenceli bu durum ama benim için bile dünya düzeni ciddi ele alınması gereken bir konu. Zaten bazı şeylerden rahatsız olmasam bu blogu açıp zehir saçmazdım etrafa. Neyse başlayalım...
Dünya'nın çarkı nasıl dönüyor söyle bakalım, parayla hemi Aynen öyle, toplu tüfekli savaşlar ele geçirdiğiniz topraktan para fışkırmıyorsa pek işe yaramıyor(bkz: Irak), tüm güç dengeleri ekonomi üzerine kurulu. Dünya böyle dönüyor da peki ya ekonomi nasıl döner? Paranın sürekli el değiştirmesi ile tabiki onu da ben mi söyleyeyim a'saf evladım. Ne kadar çok para, ne kadar el değiştiriyorsa ekonomi o kadar hareketli demektir. Paradan müteşekkil bir yaratıktır ekonomi, paradan uzuvları vardır, ayağını çekerseniz kolu kalkar, kolunu tutarsanız eli oynar, çükünü tu... ee neyse işte böyle bıngıl bıngıl bir yaratıktır yani ekonomi, sürekli bir şeylerden etkilenir tepki verir. Dünyadaki tüm dengesizliğin esas nedeni de bu kıpırdanmalardır, ekonominin koca penisini Afrika'dan kaldırır, Avrupa'nın ortasına koyarsanız, biraz da sıvazlamayla göbeğine zenginlik boşalan bir Avrupa elde edersiniz. Afrika'dakiler de serçe parmağını filan tutar, sonra da ziki... edepsizleşmemek için zor tutuyorum kendimi.
Ekonomi aynen böyle bir şey. Çok para arzusu ile sürekli bir taraflardan çekiştirilir bu deccal kılıklı eşşolusu. Peki ya çok para neye gerek? Şöyle düşün çocukluğuna git, sonra doğma, biraz daha git ne bileyim mağara adamı ol sen en iyisi. Ne istiyorsun sen şimdi bir mağara adamı olarak? Karnını doyurmak, barınmak, bitti. Doğadaki insanın ihtiyaçları bunlardan ibaret, ona hayatı boyunca yiyebileceğinin 10 katını versen bir işine yaramaz. Her insanın bir tüketim kapasitesi vardır, en temel haliyle. O zamanlar, herkes kendi kapasitesi kadarını tüketebilen birer ilkel iken, tüm dengeler yerindeymiş, ekonomi belki yine varmış ancak çekiştireni yokmuş, öyle dünyanın üzerine yatmış osura osura uyumaktaymış itoğlusu.
Sonra durum değişmiş ama "konfor" girmiş işin içine. Mağara adamı, mağarasına pofuduk kanepe alabilmek için bir aylık yiyeceğini feda edebilecek konuma gelmiş. İş böyle olunca yiyebileceğinden fazlası da işine yarar olmuş tabi. Ekonomi canavarını pofuduk kanepe, yemek takımı, zigon... sahibi olmak isteyen mağara adamları dürtmeye başlamış. Konfor belki ikincil bir ihtiyaç olarak değerlendirilebilir ve konforun sınırları vardır, fakat konforun ilerisi lükstür ve kesinlikle bir ihtiyaç olarak değerlendirilemez, lüks sadece modern insana alışkanlıklarından ötürü bir ihtiyaç gibi görünür. İşte dünyanın sonunu getiren kelime "lüks".
Mağara adamı lüks kavramı ile tanışınca iyice saçmalamış, götünün rahatı için kanepesine harcama yaparken nadir bulunan bir taş için 2 yıllık yemeğini verebilen bir dingil olmuş çıkmış. 1000 mağara adamının yiyeceğini, götüne soksa sokulmayacak nesnelere harcayabilecek vaziyete gelmiş. İşte ilk mağara adamı bu nesnelerin değerli olduğuna inandığı an ekonomi canavarı da uyanmış. Ekonominin bu hareketleriyle birlikte kendilerini kaybetmiş hepsi. Bu angutoğlu angutlar sonunda öyle bir kıvama gelmişler ki sırf lüks için canlarını vermişler, kümeleşmişler, ülkeler kurmuşlar, topyekün birbirlerine girmişler, birbirlerini katletmişler, değerli olduklarına inandıkları şeyler uğruna duruma uyanmamış olanları açlığa terk etmekten çekinmemişler. Tüm gelişmenin nedeni lüks olmuş, şu anda ekonominin dönmesini sağlayan insani ihtiyaçların %99'u lüks nedeniyle var. Cep telefonunu, her yıl gelişen bilgisayarları, "anneler gününde annenize tek taş alın" reklamını, milyon dolarlık tabloları, modayı, spor arabayı, markaları... konfor ile ilişkilendirebilir misin?
Dünya üzerindeki tüm ülkelerin kuruluş nedeni, tüm savaşların sebebi, inandığımız tüm ideolojilerin kökeni "lüks"tür. Lüks olmasaydı alıştığımız bu düzen hiç var olamayacaktı. Sadece konfor seviyesinde kalacaktık, çok konforlu evlerinde yaşayan ve az konforlu evlerinde yaşayan birer ilkel insan olacaktık, ancak dünyada da tek bir aç bulunmayacaktı. Herkes yiyebileceği kadarını tüketip bir kenara çekilmesini bilecekti. Savaş da olmayacaktı, çünkü savaşmak için bir neden hiç var olamayacaktı.
Ben bir canlı olarak rahatsızım çünkü: Bu dünyada zamanında "lüks" diye bir şey keşfedilmiş.

Cevval diyor ki:
Keriz gibi zengin olucam diye kasma!
Mağarayı sev, adamını koru!
Rahatsız ol!


Devamını da oku!>>