30 Kasım 2007

Gelmeyin üstüme, küfrederim o olur!

Az önce farkettim, çok basit şeyler yeterli bağımlılığı yaratabiliyorsa kendilerinden önemli bir çok şeyin önüne geçebiliyorlar. Böyle de saçma bir tespit yaptım işte ben az önce. Uykumu alamadığımdan asabiyim, hafif sarhoş gibiyim, onun etkisi olabilir.
Geçen gün servise verdiğim dijital fotoğraf makinesini sardıkları balonlu naylondan çıkarttım, kurcalıyordum. Hani o üzerinde hava dolu balonlar olan, genellikle elektronik eşya sarmak için kullanılan hedeler varya, onların adı "balonlu naylon"muş, araştırdım öğrendim. Araştırmamın nedeni, onun daha enteresan bir isme sahip olduğunu düşünmem oldu(strafor, kortonpiyer... vb).
Her neyse az önceye geri dönelim(back to the future). MSN'de arkadaşlarımla konuşuyordum, bir yandan internetin diğer nimetlerinden faydalanıyorum. Bu sihirli balonlu naylon bir şekilde elime geçti. Bıraktım her şeyi, başladım balonları patlatmaya. Asabi bünyeye terapi etkisi yaptı bu balonlar. MSN pencerelerini sarsan kıpraşımlar eşliğinde hepsini patlattım balonların. Böyle ilaç etkisi göstereceğini bileydim, teknik serviste arıza tespit edilemediği söylenen fotoğraf makinesi yerine buzdolabını filan gönderirdim. Onun da bir arızası yok zaten.
Ben manyağım düzgün çalışan bütün eşyalarımı sıkıldıkça teknik servise gönderiyorum ya da teknik servis elemanları bir insanın başka bir insana ne derece şiddet uygulayabileceğinin farkında değil, neyse konumuzla alakasız. Lan bak yine sinirlendim şimdi, her şey dokunuyor varya bugün bana. Her şey sinirimi bozuyor bugün benim, kırasım dökesim geliyor, kim ne dese batıyor bugün bana. Böyle de geçimsiz bir insanım işte.
Uykusuzluğun verdiği asabiyete artı olarak rüya alemine de yakın olduğum için yazının başındaki tespitte bulundum. Nasıl ki sigara bağımlıları olarak, nikotin alamadığımız mekan cennet olsa bile kaçıp kurtulup sigara içmeye çalışıyoruz. Nasıl ki bir başladımı, kaya tuzundan çatlamış dudaklarımız ile bir paket çekirdeği bitirmeden rahat edemiyoruz. Bu tip basit zevklerimizi her türlü meşguliyetimizin önüne geçirebiliyoruz. Böyle de tuhaf bir durum var yani nedendir bilinmez.(bağlayamadım sonunu)
Virtual Balon Patlatma Şeysi. Gidin patlatın, bir şeyler yapın işte. Ben uyuyabilirsem uyuycam, olmadı pis elektriği atmanın bir yolunu bulmam gerekli. Uykumu aldıktan sonra ben belki utanır silerim bunu, o arada okuyan diğerlerine anlatmasın.

Cevval diyor ki:
Asabiyim, yakınımda dolanma yeter!


Devamını da oku!>>

29 Kasım 2007

Rezil olacaksan tek başına ol! Bizi karıştırma!

Ben geçen "dışarı çıkmam, açık havada macera beklemeyin" filan yazmıştım. Çıkmadım da zaten. Ama yazacak bir şey de çıkmıyor işte o zaman. Şimdi oturdum mesela bir şeyler yazayım diye, yok. Hergün aynı geçmiş, neyini yazayım. Oturuyorum öyle.
Bu yüzden ben de işte internette bulduğum, her türlü görülmeye değer abukluğu burada sergiler oldum. Aslında ilk aklıma gelen yazacak bir şey bulamamak üzerine yazmak olmuştu. Daha sonra bu tırtlığın binlerce tıkanmış yazar/çizer tarafından defalarca tekrarlanmış olduğu aklıma geldi. Sonunda yazacak bir şey bulamayan yazarın bulunduğu ruh hali üzerine yazmasının ne kadar tırt olduğunu yazacaktım ki, yapacağımın 2X tırt olmasından korktum(mortal kombat ile büyümenin hayatımıza etkileri).
Bu yüzden ben de tescilli manyaklar üzerine bir şeyler yazayım dedim.Az önce dakikada 721 kez alkışlayabilen adamın videosunu izledim, oradan aklıma geldi. Yoksa sıçmıştım yani, ilk planı bile uygulayabilirdim. Bu arada videonun bulunduğu blog tamamen ingilizce, türklükten eser yok ama nedense ismi "daltarak" ona da şaşırdım biraz sırrını çözen bana mail filan atsın, açıklasın durumu. Hani müstehçen bir içerik de yok yani, girin bakın.
Zamanında sanal semalarda bir de türk manyağıyla karşılaşmıştım, gözünden süt fışkırtan adam. O zatı-ı muhteremi daha önce de blog konusu yapmıştım hatta. Linki takip ederseniz farkedersiniz ki blogun altına bir de kendi yorumumu döşemişim, çok seviyorum ben böyle yazdığımın altına not düşmeyi. Adamımızla röportajlar yapılmış; "-Nasıl fışkırtıyorsunuz, -Çok zor değil siz de fışkırtabilirsiniz..." şeklinde. Adama biri neden manyaksınız gibisinden bir de soru yöneltmiş sanırım. Adam da yaptığı manyaklığın vatana millete faydasından dem vurmuş orada, "yaptığım 11.942 basın kuruluşunda haber oldu, Türkiye ismi binlerce kez zikredildi sayemde... vs" diyerek. Benim yaptıklarımla birlikte 11.944'e çıkmış oldu bu rakam, neyse.
Adamımıza neden manyak olduğu sorulduğunda, kendi de o dakikada ilk defa manyaklığının farkına varıp ilk aklına geleni söylemiş olabilir belki, bilemem. Ama biz de var bu, ülkece var böyle bir kompleks. 180.000 kilometrekarelik ülkeden kimsenin haberi yok, sen gözünden süt fışkırttın ülkeden haberdar oldu dünya insanları, tabi tabi.
Ne düşünmüş olabilir ki bu insanlar:

-Aaaa Canıtın bak Türkiye'den süt fışkırtan adam gelmiş.
-Ne var ki süt fışkırtmakta Bill, ben de fışkırtırım.
-Ama Türkiye'den gelen adam gözünden fışkırtıyor sütü!
-Vaaauuvvvvv!!! Nereden geldi demiştin.
-Türkiye'den
-Vay canına Bill, ben Türkiye'de kimse böyle şeyler yapamaz zannediyordum. Fes giymiyor muydu onlar?
-Yok yok gözünden süt fışkırtan adam bile çıktığına göre pek bir modern olmalılar Canıtın.
-Bak, dünyaya farklı bir açıdan bakmaya başladım şimdi, ufkum genişledi. Denizaşırı düşünür oldum Bill. Her şeyi fışkırtan adama borçluyum.


Bu süt fışkırtan adamın hikayesini yazarken halamın yaptığı sütlacı yiyordum, tatlıdan tiksindim şerefsizim. Çile oldu adam bana, akrabalarımla aramı açtı bu herif benim. Ondan yüklendikçe yüklendim.
Bir de hiç unutmam benzeri komplekslerden ileri gelen bir abukluğumuz daha vardı, milletçe. Türk futbolcuların yurtdışında oynamışlığı olmadığı dönemlerde, Almanya'da bir Mehmet Scholl türemişti. Bu zat yarı türkdü(half elf). Gayet de başarılı bir oyuncuydu. Durum böyle olunca adam bir anda Türkiye'nin gururu oluverdi. Lakin herifin türklükle alakası yok, Türkçe bilmiyor, Türkiye'ye gelip gitmişliğini geçtim Almanya'da döner yemişliği bile olmayabilir. Haber bültenlerini, Mehmet Scholl'ün akrabası olduğunu iddia eden insanlar doldurmuştu bir anda. Her attığı gol direkt ana haber bültenlerinde yayınlandı. Show TV o zaman da bir acayipti, neler olduğunu siz düşünün artık. Babasını bile buldular adamın. Görüştürdüler ikisini. Bu buluşmanın üzerine de dokunaklı şeyler yazıldı.
Adam'ın keyfi yerinde, dünyaca ünlü bir futbolcu olmuş, para desen bok. Şimdi ben bu adamın yerinde olsam, karşıma aha babanı bulduk diye dilinden anlamadığım birini oturtsalar, zerre ziklemem ben onu. O da öyle yaptı zaten, medya uydurdu bu dokunaklı anları. Ondan sonra, bi Nihat, bi Tugay gittikleri yerlerde başarılı oldular, Türkiye'nin gururu oldular da medya bıraktı Scholl'ün peşini. Yoksa zindan ederlerdi adama hayatı, pişman ederlerdi başarılı olduğuna, biliyorum ben
Böyle de saçmayız işte.

Cevval diyor ki:

Guinnes rekorlar kitabına gireceksen Kuala Lumpur vatandaşı olduğunu söyle, yemezlerse hiç girme kitaba filan. Rezil kepaze etme ülkeyi!
Baban kayıpsa vakit kaybetmeden futbolcu ol, bulup getirsinler!


Devamını da oku!>>

24 Kasım 2007

İndirin, oynayın!


Şahane oyun buldum, siz de oynayın dedim ondan böyle kısa bi yazayım geçeyim. Crayon Physics. Boya kalemleriyle şekiller çizerek oynuyorsunuz. Oyunda böyle bildiğin dandik defter kağıdına bi top koymuşlar, bi de yıldız var, topu yıldıza yuvarlamaya çalışıyorsun. Herşeyi de çizerek yapıyorsun ne bileyim işte bi yuvarlak çiziyosun topun üzerine bırakıyorsun. Top çarpmanın etkisiyle yuvarlanıyor filan. Arada boşluklar var oraya bi kare çiziyorsun top bunun üzerinden yol alıyor başka bir yere çarpıyor yuvarlanıyorlar işte böyle böyle oyun oluyor, güzel yani. Soldaki resim renkli olsa daha anlaşılır olacak ama yeminliyim koymuyorum buraya renkli bir şey, sırf o yüzden video yerleştiremiyorum sayfaya. En başından keşke turuncu tonlarında yapaydım blogu cıvıl cıvıl olurdu.
Neyse işte o resimdeki top böyle kırmızı esasında, aynı boya kalemiyle çizilmiş gibi, yanındaki direk gibi şey de mavi, çapraz duran varya. Zemin de aynı defter sayfası gibi. Çok etkileyici aslında o görüntü ama ben üşenmedim gittim siyah beyaz yaptım onu irfan view'de.
Cidden şahane oyun pişman olmazsınız, hem insan oyun indirdim diye pişman olur mu a cibiliyetsiz en fazla beğenmez, silersin. Buradan indirin oynayın. Bir de bunun "deluxe" versiyonu hazırlanmış. Onu indirip oynamak mümkün değil ama. 2008' de IGF(independent games festival)'e katılacaklarmış onunla. Bir video hazırlamışlar tanıtım amaçlı, çok daha fonksiyonel hale getirilmiş oyun. Balta çizip adam öldürüyorsun yani o derece. Download linkini verdiğim oyun bu deluxe versiyonunun yanında tırt kalıyor ama olsun eğlenceli yine de. Oynayın eğlenin... ne bileyim oynamayın veya.
Bir de aklıma geldi eskiden Comix Zone oyunu vardı(oyunun ismini hatırlayana kadar dibim düştü dibim). Sega Mega Drive'ım vardı benim, onunla oynuyordum. O oyunda da böyle kahramanımızla çizgi roman sayfalarında ilerliyorduk. Çat diye bir el çıkıyordu karşımıza yaratık çiziyordu, dövüşüyorduk yaratıkla, o da şahaneydi zamanında zevkle oynamıştım. Aklıma geldi öyle. O oyunun da download linkini buldum isteyen indirsin. Segamı komşunun çocuğuna vermiştim yıllar önce, şimdi istesem geri alabilir miyim acaba. Çocuk da artık çocuk değil ki eşşek kadar adam oldu, bordro sahibi adam oldu çıktı, apartmanın dayısı oldu. Micro Machines vardı bir de oyuncak arabalar... ne güzel oyundu o.
Özledim lan, vallahi özledim. Sega'nın tadı başkaydı.

Cevval diyor ki:

Guzel flash oyun bul, bana link at!
Boş boş işlerle uğraş, üstüne bi bok yemiş gibi sevin!
Araştır bi bak bakalım sega satın alınabilecek bir yer var mı!


Devamını da oku!>>

21 Kasım 2007

Kandırmayın milleti!

Dün korsana destek verirken elime Die Hard 4(Live Free or Die Hard) geçti. Baktım "türkçe dublaj" filan yazıyor üzerinde, tamam dedim bu orjinalinden kopya. Yoksa hiçbir filmi türkçe düblaj ile izlemem ben, sadece orjinalden kopya olduğunu anlamak için göz önüne aldığım bir özellik bu. Korsan piyasasında dikkatli olmazsanız, sinemadan çekilmiş vcd'nin gösterildiği televizyon ekranına webcam doğrultularak çekilmiş film satın almanız bile mümkün. Her neyse dün gece oturdum izledim filmi.
Bazı bölümlerde "yok artık ebesinin..." dedirtti haliyle. Die Hard serisi her zaman dedirtmiştir bunu, dedirtmezse sorun var demektir, ondan pek üzerinde durmadım. Sonuçta Die Hard serisiyle kuralları belirlenmiş bir aksiyon dünyası mevcut. Nasıl ki dolar üçlemesi "spaghetti western" adıyla geçer, Clint attığını vurur, "bi sittirgit" diyemezsiniz. Saçmalığı özümser izlersiniz. Spagetti westernin kendine özgü kanunları vardır. Die Hard serisi de artık bu hale gelmiş. Tamer Karadağlı bir jumbo jetin kanatlarının üzerinde ayakta durmaya çalışıp, ardından metrelerce aşağı düşüp, yara bere içinde espri yaparsa belki küfrü hakedebilir ama üzerine yağmur gibi top mermisi yağarken en fazla omzundan yaralanmayı düstur edinmiş Dedektif Mcclane için farklı şartlar söz konusu. Yoksa bir insanevladının, Mcclane kadar götünün üstüne düşmüşlüğü olsa felç geçirmemesi işten bile değil, ben de farkındayım.
Filmi fazla piç etmeden özetleyecek olursak; işte serinin her bölümünde olduğu gibi bir hasta ruh, Amerika'nın anasını zitmeye çalışıyor(keşke ziteydi demedim değil). Mcclane de gidip hareketin kralını yapıyor filan. Ancak bu sefer "old school cop" ünvanına erişmiş Bruce abimizin anlayamadığı şekilde sanal dünya üzerinden yapılan yapılıyor. Hasta ruh, FBI serverlarını çökertiyor, Amerika'yı birbirine katıyor. Tabi üs gibi kullandıkları bir mekanları var bu dengesiz ve kötü adamlardan oluşan ekibinin. Emrinde uçuk hackerlar var. Her şey bildiğimiz Die Hard tadında. Fakat benzer her filmde gördümü uyuz olduğum bir ayrıntı eksikliği de var. Hollywood hala insanların bilgisayar görmediğini filan düşünüyor olmalı ki bunu yapmaya devam ediyor.
Filmde sürekli klavye üzerinden halledilen işler mevcut, paso monitör geliyor ekrana. Sokaklardaki kameralara bağlanılıyor, dünyanın her tarafına müdahale edilebiliyor vs. Bu teknoloji boyutu insanları etkilesin diye öyle saçmalıklar sergilenmiş ki "lan bizim kullandığımız daktilo mu" diye düşünmemek elde değil. Her şey öyle bir alengirli hale getirilmiş ki. Seksenlerde tutuyordu, hani insanlar daha pek içli dışlı olmamış bu nesneyle, monitör altı yan kasa ile yapılanları teknolojinin son safhası olarak görüp. Mavi ekranda hesap bilgilerininin aktarımına şaşıp kalabiliyorlardı ama oha bea yavrum "Back to the Future"da "gelecek" diye tabir edilen yıllara vardık, kimi yiyonuz siz.
Hepimiz bilgisayar kullanıyoruz ama hiç böyle bir yere parola yazdıktan sonra "hijp hijp hijp hijp!" seslerini duyup ardından ekranı doldurmuş kırmızı yanıp sönen bir "ACCESS DENIED!" ibaresiyle karşılaşmamışızdır. Dosya transferi de bi o kadar tuhaf işleme koyulmakta. Böyle arka planda acaip acaip şemalar, üzerinde bir başka şimdiye kadar bilgisayar ekranında şahit olunmamış pencere, onun içinde yazılar hızla akıyor filan. Lan normalde orada işte grafik zenginliğinden nasibini Microsoft kurulduğundan beri alamamış bi sarı klasör var, içinden bi kağıt parçası çıkıp eğile büküle uçuyo sağ tarafa doğru, o kadar. Yapılan işlemi görsel ifade etmek için yeterlidir de bu tırt sarı klasörden fırlayan kağıt betimlemesi, fazlasına gerek yok. Ama adam bu işlemi bizim yaptığımız gibi gerçekleştiriyor olsa sanki FBI bilgilerini alamayacak. Lakayit görünecek, millet "sittir lan öyle mp3 indirir gibi FBI'dan bilgi mi araklanır" diyecek.
Bir de bu filmlerde, nasıl oluyorsa her işlem klavye üzerinden seri seri tuşlara basılarak hallediliyor, hacker olmanın birincil kuralı; mouse kullanmadan takata takata klavyeye abanarak bilgisayar kullanabilmek.

-Evet bay Jones gördüğünüz gibi teknolojinin dibine vurduk, her türlü fantastik araç gereç elinizin altında, sizi buraya getirmemizin amacı ise CIA dosyalarına söyleyeceğimiz kişilerin kimlik bilgilerini girmeniz. Böylelikle içeri sızmayı planlıyoruz.
-Abi tamam yaparız da şey dicektim, bu bilgisayayın mausu yok.
-Lütfen dışarı çıkın bay Jones demek ki aradığımız kişi siz değilsiniz. Takılberi sen klavyenin tuşlarına sanki bir şey yapıyormuş gibi rasgele basmaya devam et. Ben sadece klavyenin tuşlarına umarsızca yüklenerek işimizi halledecek birini bulup geliyorum şimdi.
-Abi maus getirin yapıyım hemen, iki dakkalık iş yani.
-La yörrrüüüüü!
Filmde bir de Bruce abimize eşlik eden hacker genç var, dedektifin aklının zerre yetmediği bu konularda ona yardımcı oluyor. Bu genç kişi çantasında bir hede taşıyarak, her türlü servera filan akın etmekte. Bu cihaz da bildiğimiz USB girişi ile bağlanıyor makinelere. Ancak bağlandığı makinelerin USB girişlerine hasta oldum. Önce saydam bir kapak kaldırılıyor böyle üzerinde ışıklar var, makinenin hertarafı ışıl ışıl zaten. Oradan "ahanda sisteme girdim" nidalarıyla her bir şey hallediliyor. Bizim de var elimizde USB girişine takılası cihazlarımız, hiç öyle bir görüntü elde edemedim. Benim kasanın arkası duvara dayalı mesela, toz birikmiş orada hep, kasayı ileri çekiyorum arkasına eğilip bağlıyorum USB'yi, masanın ayağına gazete kağıdı sıkıştırmak gibi bir şey yani bu benim için.
Star Trek'de sürekli düğmeleri kurcalayan adamları filan yedik zamanında o tamam. Hafif meşrep diyaloglara girmekten çekinmeyen kadın sesli bilgisayarları da yedik ama yuh artık yaa 2008'e ramak kalmış, nedir lan bu Hollywood'dan çektiğimiz.

Cevval diyor ki:

"Hell's Angels 69" filmini bul, bana getir!
Hollywood'dan tiksin!
Bollywood'dan daha fazla tiksin!
Korsana destek ver!


Devamını da oku!>>

20 Kasım 2007

Bloguna reklam koyma!

Bugün hafif'te gezinmekteyim, Çok dolanırım hafif'te, ziyaret edilmesini de emretmiştim zaten. Okudum ki bir anti-reklam ajansı peydah olmuş. Sağı solu işgal eden reklamlara kıl oldukları için protesto ediyorlarmış, baltalıyorlarmış. İlk aklıma gelen bunun neden daha önce benim aklıma gelmediği oldu. Ajans kurmak blogger'dan account almak kadar kolay bir iş olmasa da, en azından "ben bunu daha önceden düşünmüştüm" diyebilirdim. Olmadı, başkasının aklına gelmiş, olanağı da varmış o kurmuş.
Adamlar aynı zamanda bloglara konulan reklamlara da gıcık. Onu protesto etmek için bloglara yerleştirilmesini istedikleri bir "ad-free blog" logosu hazırlamışlar. Ben başından google reklamlarına gıcık olduğum için ve sayfaya buyruklarımla bağdaşmayan bir şey yerleştirmekten hoşlanmadığım, sayfaya da görünümünü bozacak bir şey koymak istemediğim için o logoyu da koymadım. Site linkleri filan var sağ tarafta, onlar reklam değil ben gidin, görün, eğlenin okuyun diye emrettim o linklerin ziyaret edilmesini.
Google reklamlarına gerçekten uyuzum. Öncelikle samimiyeti öldürdüğüne inanmaktayım. Bir sayfada kainatın sırları bile açıklanıyor olsa. Arada o google reklamlarını görünce ister istemez "lan dingil orada oturmuş akıl veriyor, bir yandan da millet tıklasın üç beş cent kazanayım diye bekliyor" şeklinde düşünüyorum. Belki yazarın kendine göre geçerli nedenleri vardır, beni ikna da edebilir ama o reklamları görünce ilk aklıma gelen bu. Şöyle bir görüntünün pek samimi olduğuna inanmıyorum:

Yeşili koruyalım arkadaşlar, suyumuzu tutumlu kullanalım, egzozumuza filtre taktıralım, fazla osurmayalım küresel ısınmayı tetikliyor. Kendimi bu işe adadım, her şeyi bıraktım dünya yok olmasın diye uğraşıyorum, allah belamı versin nası duyarlı bir insanım ben. Evde kutup ayısı besliyorum sırf nesli tükenmesin diye.

Google Reklamları
www.hayvankatlet.com
Köpeğiniz salonun ortasına mı sıçtı. Arayın bizi
gelip katledelim. Her türlü kedi,köpek,papağan
amerikan kartalı...vb katledilir.


www.ceptelefonumanyaa.com
Cep telefonu manyağı mısınız? Gelin size nokia'nın
son modellerini kakalayalım. Alın, video filan çekin
bir ay sonra sattığımızın yarı fiyatına geri alıp daha
üst modelini kakalayalım.




Evet arkadaşlar küresel ısınma toynamızı zitmek üzere, barajlar kuruyor. Hepimiz üzerimize düşeni yapıp dünyayı kurtarmalıyız. Mesela ben su gitmesin diye 3 aydır yıkanmıyorum...


Şimdi bu arkadaş google'dan kazanacağı üç beş doları hesaplarken sizce bu yazdıklarında samimi olabilir mi?. Blogunun görünümünü de çükertmiş olması ekstra denyoluk. Ondan sevmiyorum ben bu reklamları filan. Müritlerimin beyninin bu reklamlarla yıkanmasını istemiyorum, benim söylemediğim bir şeye yönlenmesinler istiyorum.

Cevval diyor ki:
Audi reklamlarından başkasını izleme!(çok güzel lan onlar)
Google reklamlarına tıklama!
Aranızda 1000$ toplayın getirin!(zaten reklam almıyoruz olum, ne yiyicem ne içicem ben)


Devamını da oku!>>

Arada bir kıta değiştir!

Geçenlerde 2 haftadır evden dışarıya çıkmadığımı farkettim. Geçenlerin süresi 2 hafta yani. Bu süre zarfında sadece sigara almak için dışarı çıkmıştım. Tam "lan acaba bi paket değide bi karton sigara almak için dışarı çıksam, dışarı çıkmak adına bir yol katetmiş olur muyum" fikrinin doğruluğuna ikna olacaktım, bir arkadaşım(isim vermiyorum direkt link veriyorum) imdadıma yetişti ve beni İstanbul'un diğer ucuna yemeğe davet etti. Bulunmaz fırsattı tabi bu, dışarıyı bırak, kıta dışına bile çıkabilecektim. Giyindim fırladım.
Kadıköy'e vardım oradan da karşıya geçeceğim, vapur iskelesine doğru yol alıyorum. Yağmur bastırdı, zorla şemsiye satmaya çalışan bir iki adamı bertaraf etmiştim ki bir kadın imza atarmısınız diye elindeki kalemi uzattı. Dönüp baktığımı görünce "tema vakfı, ormanlarımız satılmasın" diye ekledi. Onlar da pazarlama tekniklerinden az çok nasibini alıyor tabi. "Ormanlar satılacaksa bana satılsın, ormanım olsa ne güzel yaşarım lan fantom gibi. Primitiv hayallerimi gerçekleştiririm... " diye hülyalara dalıyordum ki kadının yaşlıcana(ne demekse) olduğunu farkettim ıslanmış, üşümüş. Orman adamı olma yolundaki hayallerimi bir kenara bırakıp. "Yazık lan kadına, bi imza atayım da bare boşuna ıslanmış olmasın" dedim, kaptım kalemi, attım imzamı. Normalde bu imza geyiklerinin tamamen boşa uğraş olduğunu düşünürüm. Yani yapılabilecek propagandalar, medya gibi muhteşem bir silah ile gündeme oturtulabilirken. Sokaktan geçen insanlardan imza toplamak çok etkili olmasa gerek. Ayriyetten bir şekilde konuyla ilgili kişiye bu imza dolu kağıtlar ulaştırılsa bile "haassektörüünn laa!" diyerek mangal tutuşturması muhtemel. Kadın düşüncelerimi okumuş olacak ki "Evladım görüyorsun işte biz de emekli öğretmeniz, yağmurun altında..." diyerek açıkladı durumunu. Hakikaten ormanım olsa ne güzel olur lan.
Bir de el ilanı kaptım kadının elinden. 2/B Satılık Kelepir Orman yazmışlar üzerine, yani bana orman olsun farketmez. Maki olsun, çamlık olsun ama bu 2/B ne lan. İnterneti öperim ben öperim, iyiki evime döndüm de öğrendim bu "2/B" nin ne olduğunu, sürekli sokakta olsam kimse anlatmazdı.
Şimdi araştırdım, size de anlatayım "2/B" orman olarak bi skime yaramadığı tespit edilen orman alanlarıymış. Orman'ın işe yaramadığı nasıl tespit edilir o bambaşka bir konu. Az oksijen yayan ağaçlardan filan oluşuyor herhalde. 2/B arazilerinin satışa sunulmasının amacı orman bitişiğinde yaşayan orman köylülerinin(Phantom, Tarzan, King Kong... vb) gelirleri düşük olduğu için buraları satın alarak değerlendirmeleriymiş. Aylık gelirleri 250-300$ olarak belirlenen bu köylülerin(orman bakanlığı, sitesinde halkın gelirini dolar bazında hesaplıyor apayrı bir abukluk) satın alabilmesi için gerçekten kelepir olması gerekli, tema yalan söylemiyor galiba. Zamanında Unakıtan da parsellemiş 2/B arazisini, Kemal Abi de bu vesileyle çizgi roman kahramanlarım arasında yerini aldı(Kemal Abide). Yani kısacası, orman köylüsü tanımı biraz oynak olduğu için bu araziler piç edilecek, villa dolacak(Ergün Poyraz mı oldum ne). Tema'nın üstü kapalı tepkisi biraz da bu yönde sanırım.
Dileyen gidip imza atabilir, linkle donatacaktım burayı ama orada bu konu ile alakalı haberlerin linkleri eksiksiz verilmiş.(maksat emekli öğretmen teyzenin gönlü olsun)
Her neyse şemsiyecilerin ataklarını şiddetle savuşturdum(ıslanmak istiyorum lan belki). Vapurla beşiktaşa geçtim, iskeleden çıkarken bu sefer elime zorla bir kağıt tutuşturdular. Onu da katladım koydum cebime. Otobüste biraz göz gezdirdim. Özel Hastaneleri protesto ediyorlarmış onlar da. Sağlık için değil kar için çalışır demişler. "Hepsi kapatılsın" filan diye bir de önerileri var. Herkes bir şeyi protosto ediyor. Biraz fantastik geldi istekleri, ondan üzerinde çok durmuyorum. Yoksa haklılar yani. Bir de hastane sevmiyorum özelini de sevmiyorum, beleşini de, kötü anılarım var hastanelerde. Orman daha güzel.
Oradan Boğaziçi Üniversitesinin önüne kadar gittim. Arkadaşım beni karşıladı orada. Bir güzel ziyafet çektik, ocakbaşına gittik. Ormanlar satılmasın filan derken hunharca katledilmiş koyunu, kuzuyu iştahla mideye indirdik. Bana Boğaziçi Kampüs'ünün içini gezdirdi, daha önce gitmemiştim. Manzara muhteşem, boğaz ayaklarının altında, köprü bir kırmızı oluyor bir mavi bir mor. Bir sene manyaklar gibi ÖSS'ye çalışıp, sonunda bu manzarayla karşılaşan öğrencilerin nasıl alkolik olmadığına şaşırdım biraz. Oradan Taksim'e geçtik(lan ne gezdim be) iki bira içtik evime döndüm.
Daha iki hafta sokağa çıkmam ben. Açık havada macera beklemeyin. Hadi bitirdim anacım.


Cevval diyor ki:
İki haftada bir çık gez yeter. Çok yürümenin söylenildiği gibi sağlıklı bir şey olmadığına ikna ol!
Boş kağıda imza at, bana getir!
Al bi ufak, boğaziçi kampüsüne gir, mest ol!


Devamını da oku!>>

18 Kasım 2007

Ben de yazarım Facebook hakkında, ne var ki!

Bir Facebook furyası aldı başını gitmekte. İnternet gündemini, hatta ülke gündemini doldurmaya başladı bu Facebook haberleri, Facebook komplo teorileri. Facebook hakkında bir şeyler karalamayan köşe yazarı, blog sahibi kalmadı. Ben de bir Cevval Portakal olarak konuya değinmek istedim.
Bu yazılanların genelinde cevap aranan sorular şunlar;
"Facebook insanları asosyal mi yapıyor, yoksa sosyal mi?"
"Facebook dünya nüfusunun kimlik bilgilerini topladı, günü gelince bu bilgileri bize gerilerden itekler mi?"
"Facebook özel hayatı çükertiyor mu?"
"Pezevenk Facebook reklam şirketine pazarlayacakmış bizi, sonumuz ne olacak?"

Ben de buradan söyleme gereği duydum ki, saçmalamayın allasen! Ne diyonuz yavrum ya, altüstü bi site işte lan nedir bu evham.

"Facebook insanları asosyal mi yapıyormuymuş. Millet önceden parklarda geziyordu şimdi Facebook çıktı, manyadı hepsi. Oldu anasını satıyım. İnternet dediğin sonsuz boşluk, Facebook'tan önce de sonsuz boşluktu, ne arasan vardı. Misal ben 36k modem ile de manyamıştım. Hiç gerek duymadım manyamak için dünya insanlarının çeteresini tutan bir siteye. mirc vardı, ne bileyim icq vardı mesela, herkesin icq numarası 3 haneli olan bir arkadaşı vardı(belki de bütün arkadaşlarım ile arkadaşlık yapan bu şahıs sadece beni es geçmişti, o da bir ihtimal). Demem o ki; insan manyamaya müsait ise internette sadece tavla oynayarak bile manyaması mümkün, 40 yaş üzerinde örneklerine çokça rastlanır.

"Facebook dünya nüfusunun bilgilerini topladı çok tırsıyoruz biz bundan. Topladı da neyi topladı Facebook? İsim, soyad, politik görüş, dini görüş, eğitim durumu... vb. İsim ve soyad haricinde vermeniz gereken bilgiler opsiyonal, istemezseniz yazmazsınız. Hatta isterseniz onlar yerine de rumuz kullanabilirsiniz, benim yaptığım gibi. Facebook'a verdiğinizde, çok düşük olsa da bir ihtimal başınıza dert açabilecek olanlar nedir; siyasi görüş ve mezhep. Bu açıdan, siyasi görüşünü bağıra bağıra sokaklarda ilan eden, her an bir kotik kız üniversite öğrencisinin devrim yapma tehlikesinin bulunduğu bir toplumun fertleri olarak endişe duymamız enteresan. Bu vesileyle dış mihrakların ülke çapında istatistik tutmasından duyulan endişe de yersiz. Yapabilecekleri genel eğitim düzeyi hakkında bilgi sahibi olmak, çoğunluğun dini görüşünü ve dini görüşüyle azınlıkta kalanları saptamak. Tabi ki bu saptamalar internet kullanıcısı olup aynı zamanda Facebook'a üye olanların arasından profiline kendi ile ilgili bu ayrıntıları ekleyenler ve samimi olanlar(din hanesinde "atletik taocu" yazan arkadaşım var benim) ile sınırlı.
Eğer temiz bir insansanız internette bu tip bilgilerinizi yayınlamanız kimsenin eline size ileride iteklenecek bir şey vermez, eğer temiz bir insan değilseniz sakıncalı bilgilerinizi internete verecek kadar aptal da değilsinizdir. Bir seri katilin, profilinde meslek hanesine "serial killer" yazması kadar muhtemeldir bu bilgilerin başınıza iş açması.

"Facebook özel hayatımızı afişe ediyor paniği de akıllara zarar. "Deprem öldürmez bina öldürür" dedik biz sana. Onu anlamadın şimdi de böyle soruyorsun, a salak evladım benim. Lan Facebook seni niye afişe etsin. Sen eğer asker ocağına eşcinselliğini ispatlamak için çektirdiğin fotoğrafları profiline koymuşsan, kendi özel hayatını kendin skertmişsin demektir. Özel hayatını ne kadar sergileyeceğini kendin belirliyorsun. Mesela ben tamamiyle komplekslerinden arınmış bir insanım her türlü abuk subuk fotoğrafımı koyabiliyorum oraya(aşağıdaki linkten git bak alnımda dik duran su şişesiyle resmim var, valla bak). Bir başkasının kız arkadaşının abisi "Ümraniye Sapığı"dır. Tırsar, koymaz kız arkadaşıyla fotoğrafını, gizler özel hayatını.

"Facebook üyelerinin bilgilerini reklam şirketlerine satacağını açıklamış. Facebook üzerinde çalışan kimseler, biraz sosyal olup insanoğlunun nasıl denyo bir yaşam formu olduğunu anlasaydı kesinlikle açıklamazdı, sinsi sinsi yapardı. Reklam şirketi dediğin senin hangi ürünün nesinden hoşlandığını tespit edecek, senin beğenine göre reklam yapacak yeri geldimi ürünler insanların talebine göre dizayn edilecek. Ayriyetten sen zaten bedava vermişsin o bilgileri bütün dünyaya. Söyle ismini, ben gidip bakayım senin bilgilerine nedir ki. Adamların derdi insanların ne istediğini öğrenmek, insanların derdi bu adamlara ne istediğini söylemek. Al lan işte ne güzel bi köprü kurulmuş arada, daha ne istiyorsun.

Bir de geçenlerde "sexbook" haberiyle çalkalanmıştı ortalık. Facebook'da bir kurgu profil ile grup seks davetleri alınmıştı vs. Seks dediğin insanın olduğu her yerde mevcut, bazısı için yaşama amacı, bazısı için önemsiz bir zevk. Hepimiz yeri geliyor, sevişiyoruz. Zamanında bizimkiler sadece seks vadederek Yonja'yı açtı, yurdum bıçkınları yarı çıplak fotoğraflarıyla doluştu, sevişen sevişti kimsenin sesi çıkmadı. Şimdi facebook dünya devi olunca adı "sexbook" oldu.

Bu arada bitirmeden belirteyim Facebook'u filan savunmadım, elalemin milyon dolarlık sitesinin akıbeti çok da skimdeydi. Denyo sevmiyorum ondan yazdım.

Cevval diyor ki:
Komplo teorisi kurma! gerek duyarsam ben senin yerine kurarım.
Satabiliyorsan kimlik bilgilerini reklam şirketlerine sat, para kazan!
Bir Winston Box kap gel!(sigaram bitti lan)


Devamını da oku!>>

17 Kasım 2007

Uyku düzeninin içine sıçma!

Klavye başında ömür tüketen, yaydıkça yayan biz hımbılların, eğer sabahın köründe kalkmalarını gerektirecek işleri yok ise, yaşaması kaçınılmaz olan nereye sıçacağını şaşırma durumudur bu.
Her şeyin başlangıcına dönecek olursak. Klavyeden habersiz ilk insan, gayet insan gibi yaşarken bir gün klavye ile tanışır. Tuşlarına basar durur, bu insan "tuş bağımlısı" olur, gün gelir ki o tuşların üzerlerindeki harfler silinir, gün gelir ki harflerin silinmesi onun için bir şey ifade etmez aynı hızla yazabilmesine mani olmaz. Klavyeye bakmadan yazabilen bu insan "monitör bağımlılığı"na terfi eder. Gün boyu bünyeye radyasyonu emdirerek ninja kaplumbağa olma yolunda ilerleyen bu bireyin mutasyona uğramaktan daha önemli sorunları peydah olmaya başlar. Uyumak gibi.
Bir akşam kendine öyle bir meşgale bulur ki bir türlü yatıp uyumak içinden gelmez. Gecenin geç saatlerine kadar uğraşır durur, "oha onnagoym saat 4 olmuş lan" diyene kadar. Panikle yatıp uyumaya başlayan Adem kişisi, doğal olarak ertesi gün de geç uyuyuşuna oranla geç kalkar.
Artık gece yatış saati 04:00 ve tahmini yataktan çıkış saati 13:00'dır. Bu böyle devam ederken kaçınılmaz olan gerçekleşir. Normalde gece 04:00 sularında yatmaya alışmış Adem kişisi, tam uyku saatinde uğraşacak bir şey daha bulur. Kaptırır iyice, güneş ışığının perdeye vurduğunu görünce aynı panik havasına bürünür 06:00'da yatıp uyur. Bu sefer de 15:00'da uyanır. Bu işlemi idame ettirerek öyle bir hale gelir ki Adem, artık işe giden komşularının apartmanda yankılanan ayak seslerini duymadan yatağa girmez. Bazen öyle abartır ki kahvaltı eder, ondan sonra tok karna uyumanın hazzını yaşar. Artık Adem kişisi, gayet insan gibi yaşamamaktadır.
İlk başlarda kendi düzeninin normal kabul edilenden daha kullanışlı, daha verimli, kendisi için daha uygun olduğunu savunur. Antisosyal karizması yapmayı her platformda kendine amaç edinir. Aslında farkedersiniz ki Adem mutludur. Refaha ermiştir. Elleşilmese ömrünü bu şekilde, zevkle tamamlayabilir.
Fakat, sorun dış bağlantılar üzerinden gelişir. Adem kişisinin klavye ile tanışmasından önce kurduğu dış bağlantılar üzerinden. Öncelikle Kabil ile Habil gelir, "Baba sen bizi dünyaya getirdin saol ama zerre siklemiyorsun. Bütün derdin, yok msn'di yok blog'du denyo denyo işlerle uğraşmak" der.
Adem'i yolundan alıkoyamayan Kabil ile Habil yeterli ilgiyi göremediklerinden dolayı biraz psikopat yetişerek sonradan birbirlerine girecekler ve Kabil, Habil'i öldürecektir.
Ardından Havva gelir. Uyku saatleri Adem'in tersine olan Havva "Yüzünü göremez olduk, çocuklar zaten heba oldu senin yüzünden, bare bana yeterli ilgiyi göster sümsük herif!" diye, çemkirir başında. Adem, ilk başlarda bu çemkirmelere de aldırmaz. Havva zaman zaman "Lan bu uyuyorum ayağına yatıp milletle fingirdiyo olmasın sakın" diye içinden geçirir. Sonunda canına tak eden Adem kişisi, "insan gibi yaşamalıyım" fikrine adepte olur ve başlar çalışmalara.
Bir gün sabahlar ve der ki "Bugün hiç uyumayacağım akşama kadar bekleyeceğim, akşam insan saatinde yatıp ertesi gün sabah düzgün bir saatte uyanacağım"
İlk gün başarılı olamaz "Zikerim insanını da, normalini de" diyerek, yatar zıbarır edepsiz. Ertesi gün yine kararlıdır. Bir süre dayanır, yaklaşık öğleden sonraya kadar ayakta kalır. Sonunda uykuya yenik düşer, öncesinden de alakasız bir saatte uyur. Gecenin bir vakti uyanır. Biyolojik saat diye bir şeyin şehir efsanesi olmadığına kanaat getiren Adem insanının, biyolojik saati gerçekten de sapıtır. Salak saatlerde yatıp, daha salak saatlerde uyanmaktadır artık. Böyle böyle gün gelir düzeni tutturur. Ardından yine sapıtır, bir kısır döngü hayatına egemen olur. Aynı işlem onlarca,yüzlerce kez tekrarlanır hayatı boyunca.

Cevval diyor ki:
Biyolojik saatin gerçek olduğuna inan! (bizzat yaşayarak test ettim)
Dindar ayağına yatıp, "ne biçim konuşuyorsun lan sen, peygamberdir o anlattıkların" diye ötme! (zamanında karşılaştım oradan biliyorum bu insan modelini)


Devamını da oku!>>